08.10.2022, 11:00

Sanat ve Psikiyatri

Şiir ile psikiyatrinin ilişkisi her zaman sorunlu olmuştur. Enis Batur 23.10.1993‘de TV-II‘deki Okudukça programı söyleşisinde (sözel denemesinde denebilir) Hölderlin’den sözederken psikiyatriye epey yüklenmişti. O günkü programın temel konusu “delilik”ti. Batur, yazın dünyasındaki “delileri” sıraladıktan sonra 18.yüzyılın en büyük şairlerinden biri olan Hölderlin’in ömrünün büyük bir kısmını akıl hastanesinde geçirdiğini (ya da geçirtildiğini), Ezra Pound’un biraz da siyasi nedenlerle akıl hastanesine tıkıldığını vb. anlatıp “Biz şairler psikiyatriyi pek sevmeyiz ve kuşkuyla bakarız” gibi bir sözle denemesini bitirdi. O zaman 12 yaşında olan büyük oğlum Emre hemen taşı gediğine koydu: “Eeee baba senin durumun ne olacak?” Şair ve psikiyatrist olarak tabii. Tıpkı “şairlerin psikiyatriye kuşkuyla baktıkları” gibi psikiyatristlerin de çizgi dışı olana kuşkuyla baktıkları gerçeği ortada. Ama bu sıradan bir psikiyatrist tutumudur ve kuşkuyla bakışın da bir sınırı vardır. Gerçek anlamda insanı anlamaya yönelmiş ve onu bir nesne olarak görmeyen, bir tek insan; toplumun içinde, onunla etkileşen bir birey olarak gören bir psikiyatrist doğal ki şiiri ve onun oluşum sürecini de bilir ve şairde yazdığı şiirleriyle ilgili ruhsal bozukluk aramaz. (Doğal olarak şairler de hastalanabilirler). Batur da şairlerin akıl hastası olmayacakları gibi bir garantilerinin olmadığını eklemeyi unutmadı.

***

Yaratıcı sanatçının psikolojik-psikodinamik olarak portresini çizmek uzun zamandır psikiyatrist-psikologların ilgisini çekmiştir. Bu alana ilişkin düşünce üretmek, savlar ileri sürmek Freud’dan önce de olmuştur. Bunun böyle olması doğaldır da. Sanatın ilk ortaya çıktığı andan başlayarak bazı insanların ve sanat yapanın sanatçıya ilişkin araştırma yapması beklenebilir. Düşünün ki kişi, günümüzde soğuk birasını yudumlarken ayaklarını uzatıp maç izlemek yerine, kapanmış bir odaya sözcüklerle, boyalarla didişmektedir. Ne kadar tuhaf, ilginç ve incelenmeye değer değil mi? Onun içindir ki yüzyıllardır bu insanlar tuhaf görülmekte, büyük toplum kesimleri tarafından garip karşılanmaktadırlar. En ılımlı bakışla “rakı şişesinde balık” ya da “meczup” benzeri bir kişi olarak görülmektedirler.

Bu noktada bizim şair-ressamlarımızın Paris, Baudelaire, Mallarme vb. derken bohem bir yaşamı şairliğin olmazsa olmazı olarak gördüklerini ve birçok değerli şairin bir biçimde beyinlerini bir alkol tası içinde erittiklerini ve son dönemlerinde o nedenle yazdıklarının kısırlaştığını söyleyebiliriz. Hatta ne yazık ki II.Yeni’nin neredeyse bütün iyi şairlerinin 60 yaş öncesinde öldüklerini biliyoruz. En az içki içen Cemal Süreya’nın da ek hastalıklar vb. ile genç sayılabilecek bir yaşta öldüğü de acı bir gerçektir. 

Sanatla en yakından ilgilenen psikanalizin geçmişi sadece yüz yıldır. Önceki bakışları bir yana bırakıp, bu ilginç insanlık durumuna Freud ve sonrası psikanalistlerin nasıl baktıklarını öncelikle incelemekte yarar var. Sanatla depresyon ilişkisi ise çok yakın, neredeyse örtüşen bir ilişkidir. Yani sanatçı psikodinamiğiyle uğraşmak aslında bir bakıma sanatçının depresyonunun psikodinamiğiyle ilgilenmek demektir. O nedenle depresyonun ne olduğu, psikodinamiğini içeren yazıların da birlikte ele alınması gerekmektedir. 

Sanat ve psikiyatri ilişkisi uzun yıllardır sanatçı-yazar çevrelerinin ilgisini çekmiştir. Her iki tarafın da birbirlerine bakışında çeşitli önyargı ve yanlış anlamalar vardır. Psikiyatriye en çok eleştiri, bilinçdışı malzemeyi çok önemseyen ve çok kullanan kesimden gelmektedir. Onlar, psikiyatrinin, özellikle psikanalizin; sanatçıları (tabii kendilerini) hasta ve yapıtlarını da ruhsal patoloji ürünleri olarak gördüğünü düşünmektedirler. Aslında gerçek bir sanatçı, yapıtına kimin nasıl, ne diye baktığını önemsemeyebilir. Onu değerlendirmek, eleştirmek, kategorize etmek başkalarının işidir ve istedikleri gibi yorumlayabilirler. Ama çoğu zaman değerlendiriciler ile sanatçılar arasında bu nedenle çeşitli sorunlar yaşanabilmektedir. Sanatçı, psikiyatristi de bir eleştirmen; bilinçaltından bilince, her yönünü, gizini görebilen biri olarak görmektedir. Tabii Freud’ un yazdıklarının çoğu yabana atılmasa da, bir fantaziden yola çıkarak Leonardo da Vinci hakkında yazdıklarını (6) gören sanatçıların huzursuz olmamaları da olanaksızdır. Freud’un çok önemli şeyler söylediği ortadadır. Ayrıca ayanakları da gözönüne alındığında yazdıklarının çoğuna katılmamak olanaksızdır. Ama oldukça abartılı yorumlarının olduğunu da kabul etmek zorundayız. Akbaba ile ilgili bir çocukluk anısından yola çıkarak böylesine sonuçlar çıkarmak, oldukça abartılı bir yorumdur. Leonardo‘nun bebekken akbabanın kuyruğuyla ağzını açıp kuyruğunu birkaç kez dudaklarına değdirdiğine ilişkin anısı, onun cinsel sapması olduğu sonucunu doğurmaktadır (20).

Tabii Freud’un, arada çok önemli yaşam olaylarının ayrıntılarını inceleyerek çeşitli retrospektif veriler elde ettiğini de kabul etmek zorundayız. Benzer yorumlar Dostoyevski incelemesi için de geçerlidir. Ama Freud’un bu konulara ne büyük enerji yatırdığını da görmezlikten gelemeyiz. Öte yandan, Freud’un edebiyat sürecinin hep dışında kaldığı, ürüne büyük ilgi duymakla birlikte, süreci zihninde canlandıramadığı; işin sırrına eremediği belirtilmektedir (20). Buna karşın Freud’un sanatçılara karşı büyük saygı duyduğu da belirtilmektedir. Bir yazısında Freud şöyle diyebilmektedir:

"Ama yaratıcı yazarlar değerli müttefiklerdir ve onların sundukları kanıtlar büyük övgüye layıktır; çünkü onlar yerle gök arasında, bizim felsefemizin henüz düşünü bile kurmamıza olanak vermediği bir sürü bilgiye sahiptirler. Onların zihin konusundaki bilgileri, bizim gibi sıradan insanlarınkinden çok daha ileridedir, çünkü onlar bizim henüz bilim alanına sunmadığımız kaynaklardan yararlanmaktadırlar" (20). Freud’un sanatçı-yaratıcı kişilere bakışında hep ikilemin olduğu bildirilmektedir. Zaman zaman çok önemseyen düşünceleri ve zaman zaman da tam tersi yorumlamaları olmuştur. Freud’u izleyenler ise sanatçılara ve yapıtlara yaklaşırken çoğu zaman ondan daha az alçakgönüllü davrandılar (20).

İnsanlar eski zamanlardan beri yaratıcılık ve ruhsal hastalık veya deha ve delilik arasında bir ilişki olup olmadığını merak etmişlerdir. Ondokuzuncu yüz yılda Lombrosso’nun etkisiyle deha, ailede kalıtsal olarak geçen bir hastalık gibi değerlendirilmiştir. Yirminci yüzyılda da yaratıcı kişilerin birinci derece akrabaları incelenerek bu ilişki desteklenmiştir. Çağdaş yazarların çarpıcı sayıda çok intihar etmeleri bu ilişkiye ilginin yenilenmesine yol açmıştır. Bu ilgiye karşın hemen hemen tüm çalışmalar yöntemsel eksiklikler taşımaktadır. Çoğu çalışma birincil olarak kişisel görüşme yerine başka veri kaynaklarına dayanmıştır (3,16). Bu da doğal olarak çalışma sonuçlarının güvenirliğini tartışılır kılmıştır. Zaten güncel çalışmaların çoğu yaratma sürecine ilişkin olmaktan çok yaratıcı-sanatçılar üzerine yapılan istatistiksel hesaplamaları içermektedir. Zamanın ruhunun buna elverişli olduğu açıktır. Çalışmaları yapanların çoğu da dinamik süreçlerle ilgili olmayan biyolojik eğilimli kişilerdir.

Genel olarak psikanalistler, sanatçının niçin duygularını dışa vurmak, boşaltmak ya da yüceltmek için belli bir etkinliği seçtiğini incelemeye pek önem vermemişlerdir. Sanat ve nevroz arasında pek ayrım yapmamışlardır. Sanat insanlığın nimetlerinden biriyken, nevrozun ise insanı ketleyen, yaşamını çekilmez hale getirebilen bir lânet olduğu ortadayken bunu yapmamak anlaşılabilir bir durum değildir. Yaratıcılık, belki de, psikopatolojiden çok “normal psikodinamik”le daha yakından ilgilidir ve belki de bugünkü psikanalitik düşüncenin yetersizliklerinden biri, bu ve başka bağlamlarda, normal ve nevrotik arasında yeterli bir ayrım yapamamasıdır (20). Bu, sanata yaklaşımda olduğu gibi günlük uygulamada da güçlükler doğuran bir sorundur. Freud bir konferansında “Sanatçı yapısı bakımından içedönüktür; nevroza uzak sayılmaz. Güçlü içgüdüsel gereksinimlerin baskısı altındadır. Onur, güç, servet, ün ve kadınların sevgisini kazanmak ister; ama bu doyum kaynaklarını elde etme olanağından yoksundur. Sonuçta doyumsuz başka herkes gibi, gerçekliğe sırt çevirerek tüm ilgisini ve libidosunu, nevroza yönelebilecek olan kendi fantazi yaşamının dileklerini gerçekleştirmeye aktarır.” (20) demektedir. Bu nedenle oldukça fazla eleştirilmektedir. Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ı, Betthoven‘in “9. Senfoni”si sadece bu nedenle mi yaratılmışlardır? Freud’un görüşü bazı sanatçıların bazı yapıtları için kısmen ya da tümüyle geçerli olabilir ama insanlık tarihinin yaratılmış bütün yapıtlarını böylesi bir dürtünün güdümünde görmek, onu kabullenmek de olası değildir. Bir ressamın resim yapması, sadece anal dönem saplantısıyla ilişkilendirilemez. Yaratıcılık bütün bunlardan öte bir şeydir. Sanatçının saplantılarının olması, kişilik yapısının şizoid ya da histriyonik, fantaziye eğilimli vb. olması   olasıdır ama her şeyi açıklayamaz. O zaman neden bütün anal dönem saplantısı olan kişilerin ressam-heykeltraş olmadıkları, bütün obsesif- kompulsif, histerik hastaların sanatçı değil de nevroz oldukları açıklanamaz. O nedenle de psikanaliz yaratma süreciyle ilgili olarak belirli düzeyde ve belirli çerçeve içinde bir şeyler söyleyebilir. Freud da zaten psikanalizin sanatsal yeteneğin doğasını aydınlatma, sanatçının çalışma yöntemlerini açıklamada bir şey yapamadığını belirtmiştir (5). Başka yaklaşımların bu konuda daha iyi şeyler yapmış olduğu söylenemez.                    

Yaratıcılık, varoluşa yeni şeylerin katıldığı bir zihinsel süreç; insan olma özelliklerinden biridir ve insanın uygarlaşmasıyla ortaya çıkar. Edgar Allen Poe, “The Raven-Kuzgun” şiirini rastlantı ve sezgi ile değil, bir matematik probleminin kesin ve doğru sonucunun bulunması gibi adım adım ilerleyerek yarattığını belirtmiştir. Eğer doğruysa bu olağanüstüdür (5). Ama hemen belirtelim ki bu görüş ne Poe’nun bütün yapıtları için ne de yazılan tüm şiirler için tümüyle geçerli olamaz. Şiir ile matematik arasında yakın ilişki kuran bir çok önemli şair olmuştur ama bu daha çok sözcük ekonomisi vb. konulardadır. Öte yandan matematiğin de şiir gibi soyut alandan kaynaklandığı gibi bir düşünceyle yakınlık kurmak olasıdır. Şair Amy Lowell, “Şiir nasıl yazılır? İçgüdümün yanıtı kesin: Bilmiyorum. Bu soru kendi şiirlerim açısından da sorulsa yanıtım değişmeyecek. Onlarla ilk kez bilinç düzeyine çıktıklarında tanışıyorum” demektedir (5). Bu düşünce, biraz abartılı da olsa, oldukça fazla gerçeği barındırıyor. Ama tüm şairler ve tüm şiirlere genellenemez. Bilincin, bilginin, toplumsal etkileşimlerin şiire yansımasını, önemini tümüyle dışlamak olası değildir. Freud, bilinçdışını tanımlayıp psikanalizi ortaya attığında, yaratıcılığı, bilinçdışı  uyarıların ve çatışmaların yüceltilmesi (sublimasyon) olarak  betimlemişti (5).   

Bazı yazarlara göre yaratıcılık; yalnızca saklı değil aynı zamanda değişik ve karmaşık, bileşik bir olgu, birbirinden ayırması güç yetenekler demetidir. Hiçbir insan yaratıcı deneyime bir başka insan gibi bakamaz. Çünkü yaratıcılığın tanımı kişiler ve disiplinlere göre değiştiği gibi aynı insanda farklı zamanlarda farklı anlamlar taşıyabilir. Yaratıcılığın yüzeysel kanıtları elimizde birikmiş bulunmaktadır (5). Bu olsa olsa bir buzdağının görünen kısmıdır. Gerisi hâla karanlıkta ve olası ki sonsuza kadar aydınlanamayacaktır.

Şüphesiz yaratıcı itkiyi kimse açıklayamayacaktır. Herhangi birinin böyle bir şey yapmak istemesi pek olası değildir ama yaratıcı bir biçimde yaşamayla, yaşamanın kendisi arasında yararlı bir bağlantı kurulabilir, yaratıcı tarz yaşamanın nasıl olup da yitirildiği ve bireyin, hayatın gerçek ya da anlamlı olduğu yolundaki duygusunun neden ortadan kalktığı incelenebilir (23). Bunun ülkemiz açısından ne denli büyük ve trajik bir sorun olduğu da ortadadır.

Nörofizyologlar "hayal gücünün fizyolojisi" konusunda nörofizyolojik önermeler sunmuşlardır ancak kimse yaratıcı beyinlerdeki nörofizyolojik ve nörokimyasal olayları bilmemektedir (5).

Freud ve onu izleyen bazı yazarlar, sanatsal yaratıyı gerçek, olgun cinsellik yaşayamamayla ilişkilendirmektedirler. Onlara göre sanatçılar genital dönem öncesi oral, anal ya da fallik dönemlere saplanmışlardır ve o nedenle gerçek cinselliği diğer insanlar gibi yaşayamamakta, o nedenle fantazilerle telafi etmeye çalışmaktadırlar. Başka yazarlarsa bu düşünceye karşı çıkmakta ve sanatçıların sokaktaki insanlar kadar sağlıklı, iyi cinsellikler yaşayabildiklerini, hatta karşı cins için daha da çekici olduklarını, bir doyumsuzluk yaşamalarının söz konusu olmadığını belirtmektedirler (20). Şair-yazar, ressam vb. sanatçıların gerçekten karşı cinsle ilişkilerinin oldukça yoğun olduğu bilinmektedir. Ancak zaman zaman çok sık eş değiştirme biçiminde işleyen ilişkilerin olduğu görülmektedir. Bunun da sanatçıların sanatlarından başka bir nesneye yoğun bağlanamamalarıyla ilişkili olabileceği bildirilmiştir (20). Öte yandan, karşı cinsle ilişkilerin hep sorunlu olmadığı, sağlıklı bağlanmaların da olabildiği kabul edilmelidir. Yani sanatçının cinselliğe bakışı ve cinsel yaşantısı, sanatsal değer açısından asla ölçüt olamaz.

Sanatçıların cinselliğiyle ilgili bakış çeşitli zamanlarda değişmelere uğramaktadır. Ondokuzuncu yüzyıl yaşamöyküsü yazarları geçmişteki yazarları yalın ve sadık aile babaları olarak betimlerken modern yazarlar, ister geçmişteki, ister günümüzdeki sanatçılarda eşcinsellik eğilimi bulmaya yatkındırlar (20). Değerlendirmeler de moda gibi değişmektedir. Oysa sanatçının yaratması için cinsel tercihinin şu ya da bu yönde olmasının önemi yoktur. Yaratmanın anaç bir uğraş olmasını gerekçe göstererek, sanatçılarda eşcinselliği, olması gereken ya da avantaj sağlayan bir öğe olarak görmek olası değildir. Ayrıca erkek sanatçılarda kadınsı özellikler olduğu düşüncesiyle birlikte çoğu yaratıcı kadında da erkeklerin ilgi alanına ortalamadan daha fazla ilgi duyma olduğu öne sürülmüştür (5).

Freud’un sanat ve yaratıcılığa ilişkin bir başka görüşü de onun çocuktaki oyun eşdeğeri olduğu görüşüdür.” Çocuk oyun oynarken ne yaparsa, yaratıcı yazar da aynını yapar” der. Mutlu bir kişinin hiçbir zaman fantazi kurmadığı gibi bir düşünce de öne sürer. Fantaziyi doyumsuzluğun bir göstergesi olarak görür. Dolayısıyla da sanatçıları doyumsuz kişiler olarak değerlendirip yapıtları da onların doyumsuzluklarının bir telafisi, dilek doyurumu olarak kabul eder (20). Bu görüş bazı sanatçıların bazı yapıtları için kısmen kabul edilebilir bir düşünce olsa da bütün sanatçıları ve yapıtları kapsayabilecek bir sav olamaz. Hele büyük sanatçıların estetik düzeyi yüksek büyük yapıtlarını asla kapsayamaz. Freud, yaratıcı yazarlığı bu biçimde “fantaziden başka hiçbir şey” olarak silip atarken, estetik kavramını gözardı etmektedir. Zaten Freud’un sanata bakışındaki temel sorun da budur: Estetik değerlendirmeden yoksun oluşu. Kendisinden sonraki yazarlarınsa daha yüzeyel baktıkları ve estetik kaygı taşımadıkları kabul edilmektedir (20).

Bu noktada D. W. Winnicott şunları belirtmektedir: Psikanaliz yaratıcılık konusuyla uğraştığında ana temayı büyük ölçüde gözden kaybetmiştir. Analitik yazar muhtemelen yaratıcı sanatlar alanındaki önde gelen bir kişiliği ele almış, birincil denebilecek her şeyi göz ardı edip ikincil ve üçüncül gözlemler yapmaya çalışmıştır. Leonardo da Vinci’yi ele alıp yapıtlarıyla bebekliğinde geçmiş bazı olaylar arasındaki ilişki hakkında çok önemli ve ilginç yorumlarda bulunmak mümkündür. Yapıtlarındaki temalarla eşcinsel eğilimini iç içe geçirerek bir sürü şey yapılabilir. Ama büyük şahsiyetlere dair incelemelerde bu tür şeyler üzerinde durmak, yaratıcılık düşüncesinin merkezindeki temayı es geçmek demektir. Bu tür incelemelerin sanatçıları ve genel olarak tüm yaratıcı insanları sinirlendirmesi kaçınılmazdır. Ana temanın, yani yaratıcı itkinin kendisinin etrafından dolaşılmaktadır (23).

Öte yandan psikiyatri günlük uygulamasında bazı kişilerde çok özgün düşünce ve yaratı tasarımları gözlenebilmekte ancak onlar bu tasarımlarını bir sanat yapıtı olarak dışa vuramamaktadırlar. Sözgelimi şizofrenler çoğu kez özgün bir görüye sahiptirler. Dünyadan kısmen uzaklaşmış olmaları ve töresel etkilere karşı duyarsız olmaları nedeniyle dünyaya öylesine olağandışı bir açıdan bakarlar ki, insan keşke bu görülerini bir sanat yapıtına dönüştürselerdi diye düşünür. Oysa bunu başarabilen pek yoktur. Hatta eğer bunu başarabilseler belki de şizofren olmazlardı; bunun nedeni  bir bakıma yaratma etkinliğinin kişiyi akıl bozukluğundan koruyabilmesi bir bakıma da sanatsal etkinlikte bulunmak ya da özgün bir düşünceyi algılanabilir bir biçime aktarmak için gerekli becerilerin kazanılmasının “güçlü bir ego”, yani birçok şizofrenin yoksun bulunduğu aktif girişimci kişilik özelliği gerektirmesidir (20). Sait Faik‘in “Yazmasam deli olacaktım” sözleri önemli bir saptamadır. Gerçekten de sanatsal etkinliğin hem ruhsal bozukluklardan koruyucu hem de ruh sağlığı bozulmuş kişilerin tedavileri sırasında yardımcı etkisinin olduğu bilinmektedir.  

Freud, yaratıcılığı, bilinçdışı uyarılmalar ve çatışmaların yüceltilmesi (sublimasyon) olarak görmüştür. Anal dönem saplantısı olan; ebeveynleri tarafından katı tuvalet eğitimi verilen çocuk, seramik, heykel yapan bir sanatçı olmaktadır (5). Tabii bu görüşe çeşitli karşı çıkışlar olmaktadır (20). Saldırganlık güdüleri olan çocuk, bu saldırganlığın engellenmesi veya benzer nedenlerle, bu içgüdüsünü, toplumun benimseyeceği, onaylayacağı, dahası alkışlayacağı bir konuma yöneltmekte ve çok iyi bir boksör olmaktadır. Bu ve buna benzer birçok varsayım vardır. Öte yandan bunun genelleme olduğu ve her sanatçı ya da sporcuyu kapsayamayacağı açıktır.

Psikodinamik açıdan, yaratma süreçleri ve mekanizmaları yeteri kadar açıklığa kavuşmuş değildir. Bu alanda yeni araştırmalara gereksinim vardır. Yalnız, egonun sentez işlevinin yaratmada rol oynadığını söyleyebiliriz. Çünkü egonun sentez işlevi birbirine karşıt tutumları, değerleri, duygu ve davranışları ve ben-temsillerini bütünleştirmeyi ve uzlaştırmayı içerir. Çatışma halindeki düşünceleri yatıştırır ve yaratma sürecine güç verir (22).

Yaratıcılık konusunda önemli çalışmaları olan O. Rank’a göre sanat, gerçekliğin hem ifadesi hem de inkârı olarak, çocuk oyununa benzer. Oyun da, ilksel travmayı, ciddi olmayışın bilincinde olarak, değersizleştirmek isteğiyle oynanır. Mizah ise, benin kendi bilinçdışına uyguladığı bastırmayı aşmanın en yüksek basamağıdır (15).

Yaratıcılıkla ilgili bir başka katkı da Melanie Klein’dan (1957) gelir. Bu katkı, Klein’ın saldırgan itkilerin ve yıkıcı fantezilerin bebeğin hayatının çok erken dönemlerinde ortaya çıktığını farketmiş olmasının ürünüdür. Klein bebeğin yıkıcılığı düşüncesini ortaya atıp gereğince vurgulamakla kalmaz, bir sağlık belirtisi olarak erotik ve yıkıcı itkilerin kaynaşmışlığı düşüncesini de yeni ve hayati önemde bir mesele haline getirir. Klein’ın önermesi onarım ve tazmin kavramını da içerir. Ama bence Klein’ın önemli çalışması bizi yaratıcılığın kendisine götürecek şeyler söylemez, bu yüzden de pekala esas meseleyi daha da belirsizleştirme yönünde bir etki yaratabilir. Yine de suçluluk duygusunun merkezi konumuyla ilgili çalışması bizim açımızdan önemlidir (23).

Freud’dan sonra psikanaliz, bilinçli ve bilinçdışı düşünüşler arasındaki farklı etkileşimlere odaklanmıştır. Kris, yaratıcı işlevi “ego hizmetinde gerileme (regresyon)” olarak yorumlamıştır. Burada ego, daha ilkel işlevsel düzeylere yönelir, ilkel bilinçdışı ve bilinçöncesinin (subconscious) etkilerine açık hale gelir. Kubik, yaratıcılığın başarısını bilinçöncesindeki düşüncelerin özgür olması ve bilinç-bilinçdışı tarafından engellenmemesine bağlamaktadır (5).

R. May, “ego hizmetinde gerileme” kavramını yetersiz bulmaktadır. Ona göre “ego hizmetinde gerileme” kuramını desteklemekte E. Kris’in başvurduğu eser, otobiyografisinde kendi şiir yazma yolunu anlatan önemsiz bir şairin eseridir. Şair öğle yemeğinden sonra yarım litre birasını içer ve yürüyüşe çıkar. Bu uyurgezer duygu ortamındayken şiirleri çıkar gelir. Kris, bu kuramıyla edilginlik ve alıcılığı yaratıcılık ile çakıştırır, der May. Öğle şekerlemesinde şiir yazarsanız, şiirinizi öğle şekerlemesinde okurlar, diye sürdürür sözlerini. Yaratıcılığın sık sık bir gerileme fenomeni olarak görünebileceğini ve sanatçıda arkaik, çocuksu, bilinçdışı ruhsal içerikleri ortaya çıkarabileceğini de kabul eder (13). Bu anlayışa göre, yaratıcı kişi, ego kontrolunda çok daha ilkel düzeylere kadar inmekte, bilinçdışı materyali estetik boyutlarıyla dışa vurmakta, bilince getirmektedir. Birincil süreç düşünce; imgesel, simgesel, karmaşık anlatımın egemen olduğu, sistemsiz, dağınık, anlam bütünlüğü olmayan bir durum söz konusudur. Oysa ikincil süreç düşüncesinde ise herşey düzgün, mantıklı ve anlamlı biçimde bir başka insana düşünceler iletme amacıyla oluşturulmuştur. Sanatçı bir bakıma bu yalın, düz anlatım dünyasından karmaşık simgesel, imgesel anlatım dünyasına akınlar düzenlemekte ve ele geçirdiği ganimetleri alıp ikincil sürecin anlam egemen dünyasına taşımaktadır. Bunu yaparken yol boyunca yaşanan etkileşimle birincil sürecin dağınık imgeleri biraz daha derli toplu, biraz daha anlamlı ve yalın hale gelmektedir. Tabii daha sonra da sanatçının o malzeme üzerinde bilinçli olarak çalışması, kesip biçme, yontması başlamaktadır.

H. Hartman, sanatlar ve büyüsel etkinlik arasındaki ilişkiyi biliyoruz diyor ve şöyle sürdürüyor:” Artistik yapı (form) bazı büyüsel kaynaklar barındırır. Sanatın oluşum sürecinde bir işlev değişimi olur: Kris (1934) büyüsel olarak başlayan etkinin sanatsal değere dönüştüğünü göstermiştir. Burada evrim iki yönde olur; biri gerçek (rasyonel ve sonuçta bilimsel) olanı, diğeri sanatsal olanı temsil eder. Bu evrimin en açık son ürünleri; saf gerçekçi temsil olarak bilimin kavramsal dili ve şiir dilidir. Sanat kesinlikle saf arkaik bir kalıntı değildir. Artistik yaratı süreci sentetik (bireşimsel) çözümün ilkörneği (prototipi)dir ve bu, 1917’de Freud tarafından tanımlanan sosyal gerçeklikle olan ikincil ilişkisinden dolayı fantazi ile arasındaki en önemli farktır (7).          

Biraz daha farklı bir boyut getiren Arieti düşünüşü üç kategoriye ayırır; birincil süreç; ki irrasyoneldir ve temel olarak bilinçdışıdır; ikincil süreç; rasyonel ve günlük normal bilinçli yaşamın bir parçasıdır, üçüncül (tersiyer) süreç ise birincil ve ikincil sürecin birlikte olduğu, büyüsel bireşimin (majik sentezin) olduğu, yeni şeylerin yaratıldığı süreçtir. Yani yaratıcı eylemin olduğu, ortaya bir estetik yapıtın çıkartıldığı düşünsel kategoridir (5).

Bir bakıma birincil süreç düşüncesinden doğan bilinçdışı imgeler, düşünüşler, duyuşlar ikincil süreçle etkileşime girmekte ve sanatsal yaratılarda üçüncül süreç işleminden geçerek sanatsal yaratı oluşmaktadır.

Ruhsal hastalıklarda (genellikle psikozlarda), bilinçdışının ham malzemesi (yani birincil süreç düşünce ürünleri) olduğu gibi ortaya dökülmekte, irrasyonel bir yığın olarak; sanatsal bir düzeye ulaşmamış bir nesne olarak kalmaktadır (22). Oysa sanatçının yaratıcı işlevinde bütün bu süreçler etkileşime girmekte ve ortaya estetik bir ürün çıkmaktadır.

Yaratıcılık süreci kişiden kişiye, bir disiplinden bir başka disipline (şiir-resim gibi), yaratıcılık yaşantısının kendisi aynı kişide farklı zamanlarda, farklı bir süreç olarak ortaya çıkabilmektedir. Bugün yaratıcılığın çok çeşitli, yüzeyel belirtileri hakkında daha fazla bilgi toplanmış bulunmaktadır (5). Ama derinlikli olarak neler yaşanıyor, nasıl bir süreçten geçiliyor, pek fazla bilinmemektedir.

Ego psikolojisi kuramına göre, id’in (içtepiler, dürtüler alanının; bilinçdışının) tipik işlev biçimi birincil süreç, egonun tipik işlev biçimi ise ikincil süreç olarak nitelendirilir. Birincil süreçler, içtepilere, içgüdülere ya da isteklere bağlıdır ve haz ilkesine göre işlev görürler. Gerçeklik ilkesine bağlı değildirler, düşlerde, fantezilerdeki gibi yer ve zaman kategorilerine bağlı olmayan, mantık dışı, karmaşık bir işleyişleri vardır (22). Güncel yaşantıda espriler, şakalar sırasında ikincil süreç bir süre için askıya alınmakta ve birincil süreç baskın duruma geçmektedir. Aynı şey yaratma edimi sırasında da olaylanmaktadır.  Sanatçı, yaratma sürecinde bilinçdışının imgelerini, simgelerini kullanmak amacıyla benzer biçimde birincil süreçten yararlanır. Bu bir yaratıcı ego gerilemesidir ama yaratıcı kişi, iyi bütünlenmiş egosuyla hiç tehlikesizce bu yaratıcı gerileme ile uğraşabilir (22). Tabii yeterince iyi bütünlenmemiş egosu olan kişilerin de sanatsal yaratı için uğraşacakları ve psikoza girebilecekleri de belirtilmelidir. Bu kişilerin psikotik atak sırasında ortaya koydukları ürünlerin estetik açıdan yetersiz ve bütünlenememiş ürünler olması kaçınılmazdır. Ancak atak dışında oluşturdukları yapıtların yine yeniden sanatsal yapıt düzeyine ulaşmaları da beklenebilir. Ama sanatsal yaratıyla hiç ilgisi olmayan ürünler ortaya koyan psikozlu kişilerin varlığı da bir gerçektir. Ruhsal hastalığı olan kişilerin belirtileri de bir yaratı ürünüdür ama estetik boyuttan yoksun bir negatif yaratı söz konusudur. Gerçek yaratma, birincil süreçlerin ikincil süreçler tarafından sadece gereç olarak kullanıldığı ve ikincil süreçlerin de yüceltmeyle (süblimasyon) objektifleşmiş geist kategorisinde biçimlendiği yerde vardır.  Saçma (absürd, unreal) alanda ortaya çıkarılan ürünlerin gerçek sanat yapıtı (objektifleşmiş geist) olmaları söz konusu olamaz. Gerçeküstü alanda ya da üst gerçekçilik de denilen alanda ise ortaya çıkarılan yapıtlar estetik değer taşıyan ürünlerdir. Bunlar da düz gerçeğin dışında (irreal) özellikler göstermekle birlikte estetik bütünlüğe ulaşmış yaratılardır (22).

Freud’un yaklaşık 100 yıl önce yazdığı yazılar; ortaya attığı düşünceler psikanalistler tarafından yeniden ele alınmakta ve irdelenmektedir. Bunlardan biri de Freud’un “Yaratıcı Yazarlar ve Gündüzdüşleri” başlıklı yazısıdır. Freud’un 1908 yılında yazdığı bu yazısı en temel yazılarından biridir. Kısaca şu görüşler vurgulanmıştır: Mutlu insanlar fantazi kurmaz mutsuzlar kurar. Fantazilerin kaynağı doyurulmamış arzulardır ve her bir fantazi bir arzu doyurumu, tatmin edici olmayan dış gerçeğin düzeltilmesidir. Başlangıçta bilinçdışı fantazi terimi içgüdüsel arzunun zihinsel temsiliyle temelde benzerdi. Bununla beraber, topografik varsayımdan yapısal varsayıma geçişle birlikte bilinçdışı fantazi oluşum anlayışı değiştirildi. Bu yeni bakış açısı şunu ifade ediyor ki fantazi orijinal arzuyu sadece içine almakla kalmıyor aynı zamanda baskılara karşı savunuyor (14). Yaratıcı yazar ile oyun oynayan çocuk benzerdir. O, düşsel, dış gerçeklikten ayrı olarak duygularını ifade ettiği bir dünya yaratır. Çocuk büyüdüğünde oynamayı bırakır ya da bırakmak zorunda kalır ve fantazi kurar (17).

Çağdaş Freudçu bakışın taraftarları olan Sandler ve Sandler’e göre Freud oyun ve gündüz düşünü arzu doyumu yerine koymuştur. Çocuk büyümek ve yetişkin olmayı arzularken erişkin, düşlerinde tutkulu ve erotik olmayı arzular (17).

“Artistik eylem, estetik bir deneyim olarak, farklı bir düşünce işleyişince yönetildiği için yok saymayı ya da kesip atmayı öğrendiğimiz zihnimizin ifadesiz (mut) kalmış bir parçasını keşfetmemizi sağlar”, denmektedir (8). J. A Infante’ye göre ise, sanatçı, duygularını, heyecanlarını kabul ettirmeye yönelik olağan iletişim kanalları bulamayıp varlığını bu işleviyle; sanatıyla vurgular. Ona göre artistik yaratıcılığın işlevi birçok yönden rüyaya benzer. Genellikle bastırılmış arzuların doyumunu temsil eder ve travmatık ya da yasla ilgili durumları zihinsel olarak işleme (workh through) girişimidir; ki bu bazen bir mesaj iletmeye hizmet eder. Rüyalarda birincil süreç düşünce biçimi egemenken sanatsal yaratıda birincil-ikincil süreçler arasında uyumlu bir ilişki olmalıdır (8).

H. Segal (1991),” Artistik dürtü özellikle Kleincı depresif konum ile bağlantılıdır ve iç dünyamızdaki hasarın onarımı veya kaybedilmiş nesneleri yeniden bulma gereksinimindendir”, demektedir (19). Tabii insanlık tarihi açısından kaybedilmiş nesnelerin en büyüğünün “kaybedilmiş cennet” olabileceği anımsanmalıdır. Bazı sanatçılar da kendi biçemleri ve yetenekleriyle, yitirdikleri nesnelerini aramak için böyle bir yol bulmuş olabilirler.

Klein’a göre, sevme ve yıkma itkilerinin çatışması depresif konumun merkezi özelliğidir. Baskın kaygı depresif kaygıdır, ölüm içgüdüsünün güç kaynağıdır ve sevilen anneyi tahrip edecektir. Hasar görmüş nesnelerin onarımı bebeğin sevme kapasitesine olan inancını artırır, suçluluğunu azaltır, kayıpla ilgili kaygısını daha aşağı düzeye indirir ve iyi iç nesnelerin temellerini atar ki bu da sağlıklı gelişme ve yaratıcılığı sağlayacaktır. Onarım girişimi Kleincılar tarafından yaratıcı dürtünün önemli bir belirleyicisi olarak görülür (4). Bu bakışla sanat yaratma eyleminin tümüyle kişinin kendisini onarma çabası olarak yorumlandığı söylenebilir. Giderek tüm insanlığı onarma çabası ve kaybedilmiş cennete (nesnelere) bir ağıt olduğu sonucuna varılabilir. Tüm sanatçılar için olmasa bile en azından bazı sanatçılar için böyle olduğu kabul edilebilir. Sanatın ve yaratıcılığın sağlıklı ve sağaltan bir yönünün olduğu da anlaşılabilir.

E. Jacobson’a göre Kris (1952), yaratıcı kişilerin egolarının idlerine doğru gittiği ve tekrar döndüğünü; bunun idin ego hizmetinde kullanımı olduğunu çok güzel tanımlamıştır. Kris, yaratıcı kişilerin yüceltme (sublimasyon) kapasitelerinin özel bir yetenek olduğunu, idin en derindeki enerjisinden türlü yollarla psişik enerji emebildikleri ve bunu da doğrudan yaratıcı etkinlik kanalına yönelttiklerini belirtmiştir (9).

Yaratıcı delikanlılara (adolesan) ilişkin gözlemler, yaratıcı kişilerdeki bu elastiklik ve akışkanlığın onların ego savunmalarını da içine aldığını düşündürmektedir. Jacobson’a göre bu kişiler daha az katı (rijid) savunma sistemlerine sahipler ve savunmalar bir diğerine değişebiliyor (9). Bu da ideolojik vb. çeşitli kamplaşmalarda bu kişilerin ortalama insanlar gibi davranamadıklarını, karşıt gruptan kişilerle de insani ilişkiler kurabildiklerini, haksızca hain ilan edilip bu yüzden dışlandıkları durumunu açıklayabilir. Ayrıca bütün bunlar yaratıcı sanatçıların güncel yaşantıda zaman zaman uyum sorunları yaşamalarını da açıklar.

Freud’a göre nesne libidosu narsisistik libidoya dönüşüp cinsel amaçların yerini alır ki bu deseksüalizasyon süreci bir yüceltme çeşididir (9). Sanatsal yaratıda  bunun  olaylandığı düşünülür.

Öte yandan, Jung’un, sanatçıya ve sanata bakışı çok daha yakın ve sıcaktır. Ortaklaşa (kollektif) bilinçdışının taşıyıcıları olarak  sanatçıyı insanlık tarihinde  üstün özelliklerle ayrı bir yere koyar. Jung, kişisel bilinçdışının ortaklaşa bilinçdışının bir parçası olduğunu belirtmiştir. Burası insan ve hayvan geçmişinden “arketipler” içerir. Sanat yeteneği olan insanlarda bu arketiplerin bilinçdışı canlanması olur ve sanat ürünleri ortaya çıkarırlar (5). Bir anlamda sanatçılar, insanlığın ortak bilinçdışı deneyim ve kültürel özelliklerini çağa, güne taşıyan kişiler olmakta ve evrensel bir işlev görmektedirler. Ortaklaşa bilinçdışı kişisel değil evrenseldir, evrenin bireyde yansıyan bölümüdür. Jung, dörde bölünmüş (mandala) ve tekerlek biçiminde (cakra) diye adlandırdığı yapıların tarih boyunca sürekli yinelendiğini ve bunların insanlığın ortaklaşa bilinçdışını temsil ettiklerini belirtmektedir. Nevrozlar ya da başka hastaların da arketipsel belirtileri olabilmektedir. Ancak sanatçılığı nevroz eşdeğeri olarak görmek olası değildir (5). Ayrıca Jung çok önemli bir noktanın altını çizmiştir: Sanat eserini ve sanatçıyı inceleme ayrı şeylerdir. İlk durumda, somut ve kesin olarak şekillenmiş bir sanat yaratışını psikolojik bir çözümlemeden geçirmemiz; ikinci durumda ise, canlı ve yaratıcı insanoğlunu tek bir kimse olarak ele alıp çözümlememiz gerekir. Bu iki çalışmanın birbirleriyle ilintili olduğu kesindir ancak birebir bir ilişki kurarak sonuçlar çıkarmak olası değildir. Psikoloğun bir edebiyat eserini incelemesi ile bir edebiyat eleştirmeninin incelemesi arasında bir ele alış farkı vardır. Biri için çok büyük önem taşıyan şey diğeri için hiçbir önem taşımayabilir. Sanatı kişisel faktörlere indirgeme bizi sanat eserinin psikolojik incelenmesinden uzaklaştırıp, şairin psişik problemi ile karşı karşıya bırakır ki bu da klinisyeni ilgilendiren bir durumdur. Yaratıcı insan, çeşitli biçimlerde çözmeğe çalıştığımız halde, her zaman başarısızlığa uğradığımız bir bilmecedir. Her yaratıcı insan, çelişken yatkınlıklarının bir sentezi ya da bir ikiliğidir. Bir yandan, kişisel hayatı olan bir insan bireyidir, öte yandan kişi-dışı, yaratıcı bir süreçtir. İnsan bireyi olarak psişik yapısına, sanat gücü açısından ise mutlaka yaratıcı işlerine bakmamız gerekir (10).

Sosyal psikolojinin kurucusu Adler ise yaratma eyleminin, sanatçıların, bilim-kültür adamlarının kendi eksiklik ve yetersizliklerinin telafisi amacını taşıdığını belirtir (13).

Bir başka tanıma göre de yaratma süreci, ruhsal varlığın bilinçdışı alanı ile objektifleşmiş geist varlığının (sanat yapıtı) arasında yer alan ve bu iki varlık alanı üstünde gelişen bir oluşumdur. N. Hartman’a göre geist (tin)’in iç içe, birbirinden ayrılmayan ve ontik bütünlük içinde olan üç türlü varlık biçimi vardır. Bunlar kişisel geist, objektif geist, objektifleşmiş geisttir. Sanat yapıtları objektifleşmiş geistin tipik temsilcileridir. Yaratılmış olan geist, irrealitesiyle, yaratıcı geistin alın yazısından kurtulup ölümsüzleşmekte ve sonsuza kadar yaşamaktadır (21,22).

İlkel dönemlerde, insanın sadece başka canlılarla savaşıp canlı kalabilmesini sağladığı dönemlerde yaratıcılığın olması düşünülemez. Giderek balta, yay, ok vb. ilkel savaş aletleri yapma; barınmak için ev ya da benzeri bir mekana gereksinim duyulmasıyla da mimari yaratıcılık vb. ilkel düzeyde ortaya çıkmış oluyor. 

Varoluşçular; S. Kierkegaard, M. Heidegger ve K. Jaspers, insanın ancak ölümle karşı karşıya geldiği vakit kendisine, kendi bireysel varoluşuna döndüğünü ileri sürerler. Momento mori (dikkat ölüm!) Heidegger’de varoluşu hatırlatır. Ölüm düşüncesi insanı hakiki varlığa, bireyselliğe ve özgürlüğe götürür (22). Trajik konumunun; kendisi istemese de bir gün ölüp gideceği gerçeğinin farkında olmanın sanatsal yaratı için çok önemli bir öğe olduğu söylenebilir.

May’a göre sanatçılar genellikle kendi iç imgeleri ve hülyalarına dalmış yumuşak huylu insanlardır. Ama tam da bu, onları baskıcı bir toplum için korkulu kılar. Şair S. Kunitz, “şair şiirlerini öfkesinden çıkarır yazar” der. Öfke toplumlarda bulunan adaletsizliğe karşıdır. Ama eninde sonunda tüm adaletsizliğin prototipine karşıdır: Ölüme. 

Psikanalizin indirgeyiciliğine, yaratmayı nevrotik bir sürece ya da çocukluk takıntılarına bağlamasına şiddetle karşı çıkan May’a göre “yaratıcı süreç sayrılığın sonucu olarak değil, duygulanımsal sağlığın en yüksek derecedeki betimi, normal kişilerin kendilerini gerçekleştirme edimlerinin bir dışavurumu olarak keşfedilmeli.” Kişinin benliğiyle onu karşılayan, sürekli etkileşim içinde olduğu dünya arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim vardır ve yaratıcı-sanatçı yapıtını bu etkileşim yoluyla oluşturur. Sanat yapıtına, sadece kişinin kendi öznelliği içinde varolan bir varlık olarak bakamayız (13).

Psikiyatristlerin yaratma sürecine bir patoloji olarak değil insanın çok özel bir yaşantısı olarak bakmaları gerekmektedir. Ancak yaklaşımlar farklı olabilir. Toptan yargıyla bütün psikiyatriye kuşkuyla bakmak yersizdir.  Bir şair, psikiyatrinin babası Freud’a şu soruyu sorabilir, sormalıdır: “Her oğulun yüreğinde bir katil yatar/ Mı dersiniz Freud hazretleri/ Yoksa önce kurban sonra mı katil yatar/ Babanın bağrına oğul dayar mı hançerini” (1). Bütün insanlık tarihi ve kültürüne egemen olan şeyin sadece ödipal kompleks olmadığını, başka birçok etkenin olduğunu, çocukluktaki narsisistik örselenmelerin, sosyal baskı ve belirlemelerin de öncelik taşıyabileceğini öne sürebilir.

Freud’dan sonra bu alanda, birçok kişi düşünce üretmişlerse de yaratıcılığa narsisistik açıdan yaklaşan H. Kohut’un kendilik psikolojisi öne çıkmaktadır.  Kohut, temelde narsisizm üzerinde çalışan bir psikoterapisttir. Önceleri psikanalitik yaklaşım içinde iken giderek o anlayıştan uzaklaşmıştır. Kohut’a göre narsisistik kişilerin analizinde çok önemli yaratıcı değişmeler yaşanabilmektedir. İnisyatif alarak iş yapabilmekten sanat ve bilim alanında önemli çalışmalara kadar geniş bir yelpazede, yaratıcılıkta artış ortaya çıkar. Yaratıcılıktaki artış özgül olarak hem büyüklenmeci kendilik (self) hem de idealleştirilmiş ebeveyn imagosu (anne- baba imgeleri) alanında donmuş narsisistik yatırımların etkinleşmesiyle ilgilidir (11).

Kendilikte, âtıl halde duran, kişinin yoğun enerjisini bağlayan, emen bir sürecin çözülmesi bir atın dizginlerinden kurtularak koşmasına benzetilebilir. At tümüyle dizginsiz ve başıboş koşarsa ne olacağı tahmin edilebilir.  Onun için dizginlerin gevşemesi, ancak uygun yollarda koşulması gerekmektedir. Bu sağlanamazsa kişi psikoza girebilir. O nedenle narsisistik yatırımların etkinleşmesi dikkat gerektirir. Aslında bu kişilerin yüzeyde görünen megalomanilerinin altında derin bir aşağılık duygusunun yattığı bilinmektedir (11).

Ama bu noktada şu soruya yanıt gerekmektedir. Bütün sanatçı- yaratıcı kişiler narsisistik midir? Bencil, megaloman birçok sanatçı görülmektedir ancak son derece elsever, bilge, alçakgönüllü birçok sanatçı- yaratıcının da olduğu bir gerçektir (11).

Narsisistik kişilerin kişiliklerinin derininde, aslında çocuklukta yaşanılan örselenmelerle, sağlıklı anne- çocuk (aynalama) ilişkisinin olmaması; annenin çocuğuna yeterli sevgi göstermemesi; Winnicott’un tanımıyla yeterli annelikle kucaklayıcı çevre sunamaması, babanınsa çocukla yeterince ilgilenmeyerek onun için ideal baba imgesi oluşturamaması yatmaktadır (11).

Bütün bunlar yaratıcı-sanatçı olmanın koşulu değildir. Bu durumlar ve sorunlar yalnız bize özgü de değildir. Birçok çağdaş, Batılı sanatçı, yazar geleneklere karşı çıkabilir, kendilerini toplumun kıyısında yaşamaya mahkum edebilir, kızgınlık yaşayabilir, tuhaf davranabilir, çok içebilir. Ama aslında sanatçı ya da yazarın yaşam tarzının popüler davranış kalıplarına uyup uymamasının yaratıcılık kapasitesi üzerinde pek az etkisi vardır. Her zaman ve her yerde dahiler anıtsal sanat yapıtı üretebilmişlerdir, hem de ille uyumsuz, deli ya da sapkın olmaları gerekmeden (12).  

Bu noktada şunlar da belirtilmelidir: Tüm narsisistik örselenme yaşamış insanlar şair- sanatçı olmazlar. Her şairin, yazarın böylesi narsisistik örselenmeler yaşamış olması gerekmez. Ancak narsisistik örselenmeler yaşamış birçok insan nevroz ya da narsisistik kişilik vb. sorunlarla, kendi yaşamını ve çevresindekilerin yaşamlarını altüst ederken bazı narsisistikler de o kabuğu kırıp gerçek şair- yaratıcı olabiliyorlar. Bazıları büyük şairler de olabiliyorlar. Onlar “büyük” sayılmayı hak etmişlerdir.  Hak etmeyenler edebiyat tarihinin çöp sepetindedirler. Tabii önemli şair yazar olduktan sonra o insanların ne kadar narsisistik oldukları artık kimseyi ilgilendirmez. Olsa olsa bir terapiste gidiyorlarsa terapistlerinin bunu bilmesi gerekir.

Analistler bireyin psikolojisini, dinamik gelişme süreçleri ve savunma örgütlenmesini, itki ve dürtüyü birey açısından betimlemek için her türlü çabayı gösterdikleri halde, yaratıcılığın ortaya çıktığı ya da çıkmadığı (başka bir deyişle kaybedildiği) bu noktada kuramcının çevreyi de hesaba katması gerekir; bireyi çevreden kopuk ele alan hiçbir önerme yaratıcılığın kaynağıyla ilgili bu temel soruna değemez (23). Bu noktada Kohut’un Winnicott’la yakınlığı ya da ondan yararlanışı dikkati çekmektedir. Yakın çevre tutumları; anne-baba ilişkisi ve sıcaklığının narsisistik zedelenmeye karşı çocuğu koruduğu ya da sıcak ilişki olmayışının olumsuz etkilediği anımsanmalıdır.

--------------------------------------

KAYNAKLAR

1. Alper Y: Yaldızlı Bir Yanılsama. 1.Baskı, Era Yayıncılık, İstanbul, 1994.

2. Alper Y: Şiir ve Psikiyatri Kavşağında, Okuyanus  Yayın, İstanbul, 2001, 13-25.

3. Andreasen N C: Creativity and Mental Illness: Prevalence Rates in Writers and Their First- Degree Relatives. Am J Psychiatry 1987; 144: 1288-1292.

4. Bacal H A, Newman K M: Theories of Object Relations: Bridges to Self  Psychology.Columbia University Press, New York, Chishester, West Sussex, 1990, 70-71.

5. Colp jr R: Psychiatry and  the Creative Process. Comprehensive Textbook of  Psychiatry’de. (Eds. HI  Kaplan, AM Freedman, BJ Sadock) III. Cilt. 3. Baskı. Williams and Wilkins Comp. Baltimore, 1980, 3112-21.

6. Freud S: Sanat ve Sanatçılar Üzerine. (Çev. K  Şipal). 1. Baskı, Bozak Yayınları, İstanbul, 1979.

7. Hartman H: Ego Psychology and the Problem of Adaptation. (Trans. D.Rapaport). 9. Baskı, International Universities Press İnc. Madison, Connecticut, 1992, 77-78.

8. Infante J A: Some Reflections on Phantasy and Creativity. (Eds: Person E.S., Fonagy P, Figueira S A: On Freud’s ”Creative Wrtiters and Day-dreaming”. Yale University Press, New Haven and London, 1995.)de,  53-64.

9. Jacobson E : The Self and The Object World. 9.Baskı, International Universities Press,Inc., Madison,1993, 70-86.

10. Jung K G: Psikoloji ve Edebiyat. Psikanaliz Açısından Edebiyat’ da (Der-Çev. S Hilav). 2. Baskı, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 1981, 53-78.

11. Kohut H: Kendiliğin Çözümlenmesi. (Çev. C. Atbaşoğlu, B. Büyükkal, C. İşcan) 1. Baskı, Metis Yay., İstanbul, 1998.

12. Ludwig A.M: Kültür ve Yaratıcılık (Çev. H.Soyiç) Popüler Psikiyatri; 9, 1999.

13. May R: Yaratma Cesareti. (Çev. A Oysal). 1. Baskı, Metis Yayınları, İstanbul, 1987.

14. Person E S :Introduction.( Eds: Person E.S., Fonagy P, Figueira S A: On Freud’s ”Creative Wrtiters and Day-dreaming”. Yale University Press, New Haven and London, 1995.)de,  ix-xxi.

15. Rank O: Doğum Travmas ı(Çev. S.Yücesoy). 1. Baskı, Metis Yayınları, İstanbul, 2001, 142.

16. Rothenberg A: Creativity and Mental Illness (Letters to the  Editor). Am J Psychiatry 1995; 152: 815-816.

17. Sandler J S and Sandler A: Unconscious Phantasy, Identification, and Projection in the Creative Writer. .( Eds: Person E.S., Fonagy P, Figueira S A: On Freud’s ”Creative Wrtiters and Day-dreaming”. Yale University Press, New Haven and London, 1995.)de, 65-81.

18. Schildkraut J J, Hirshfeld A J, Murphy J M: Mind and Mood in Modern Art, II: Depressive Disorders, Spirituality, and Early Deaths in the Abstract Expressionist Artists of the New York School. Am J Psychiatry

1994; 151: 482-488.

19. Segal H: Dream Phantasy and Art.New Library of  Psychoanalysis.London and NewYork: Tavistock/Routledge,1991’den aktaran 8. Infante J A: Some Reflections on Phantasy and Creativity. (Eds: Person E.S., Fonagy P, Figueira S A: On Freud’s ”Creative Wrtiters and Day-dreaming”. Yale University Press, New Haven and London, 1995.)de,  53-64.

20. Storr A: Yaratma Dürtüsü. (Çev. İ Babacan). 1. Baskı. Yayınevi Yayıncılık, İstanbul, 1992.

21. Tunalı İ: Sanat Ontolojisi. 3. Baskı, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1984.

22. Velioğlu S: Akıl Hastası ve Sanatçı. 1.Baskı, Yaşam Yayınları, İstanbul, 1978.

23. Winnicott D W: Oyun ve Gerçeklik (Çev. T.Birkan) 1.Baskı, Metis Yayınları, İstanbul, 1998, 88-110.

Yorumlar (0)
17
parçalı bulutlu
banner17
Günün Karikatürü Tümü
Günün Anketi Tümü
Bergama İl Olmalı mı?
Bergama İl Olmalı mı?
Puan Durumu
Takımlar O P
1. Galatasaray 34 91
2. Fenerbahçe 33 86
3. Trabzonspor 33 55
4. Beşiktaş 33 51
5. Başakşehir 33 49
6. Rizespor 33 48
7. Kasımpasa 33 46
8. Antalyaspor 33 45
9. Alanyaspor 33 45
10. Sivasspor 33 45
11. A.Demirspor 34 42
12. Samsunspor 33 39
13. Ankaragücü 33 37
14. Kayserispor 33 37
15. Konyaspor 33 36
16. Gaziantep FK 33 34
17. Karagümrük 33 33
18. Hatayspor 33 33
19. Pendikspor 33 30
20. İstanbulspor 33 16
Takımlar O P
1. Eyüpspor 31 69
2. Göztepe 31 63
3. Ahlatçı Çorum FK 31 55
4. Sakaryaspor 31 54
5. Bodrumspor 31 52
6. Kocaelispor 31 52
7. Bandırmaspor 31 47
8. Boluspor 31 47
9. Gençlerbirliği 31 47
10. Erzurumspor 31 42
11. Ümraniye 31 37
12. Manisa FK 31 36
13. Keçiörengücü 31 36
14. Şanlıurfaspor 31 34
15. Tuzlaspor 31 33
16. Adanaspor 31 32
17. Altay 31 15
18. Giresunspor 31 7
Takımlar O P
1. Arsenal 34 77
2. M.City 33 76
3. Liverpool 34 74
4. Aston Villa 34 66
5. Tottenham 32 60
6. M. United 33 53
7. Newcastle 33 50
8. West Ham United 34 48
9. Chelsea 32 47
10. Bournemouth 34 45
11. Brighton 33 44
12. Wolves 34 43
13. Fulham 34 42
14. Crystal Palace 34 39
15. Brentford 34 35
16. Everton 34 33
17. Nottingham Forest 34 26
18. Luton Town 34 25
19. Burnley 34 23
20. Sheffield United 34 16
Takımlar O P
1. Real Madrid 32 81
2. Barcelona 32 70
3. Girona 32 68
4. Atletico Madrid 32 61
5. Athletic Bilbao 32 58
6. Real Sociedad 32 51
7. Real Betis 32 48
8. Valencia 32 47
9. Villarreal 32 42
10. Getafe 32 40
11. Osasuna 32 39
12. Sevilla 32 37
13. Las Palmas 32 38
14. Deportivo Alaves 32 35
15. Rayo Vallecano 32 34
16. Mallorca 32 31
17. Celta Vigo 32 31
18. Cadiz 32 25
19. Granada 32 18
20. Almeria 32 14

Gelişmelerden Haberdar Olun

@