01.04.2025, 00:01

Devletrasi

Belalı bir yağmur vardı ortamda. Dur durak bilmeden üstümüze yağan bir yağmur. Bu bazen iri yağmur taneleriydi, kamçı gibi yüzümüze gözümüze çarparak yağan; bazen doluydu kafamızı kıran; bazen kardı, içimizi, ruhumuzu donduran, hatta aklımızı durduran.

Kamçılayan yağmurlardan göller, kafa kıran dolulardan tepeler, dondurucu kardan dağlar oluştu sabır bardaklarımızda. Yağmuru, karı, doluyu sıkıştırarak yeni yağışlara yer açtık hep. Her birimiz birer pres aletine dönüştük. Sıkıştır, yer aç… sıkıştır, yer aç… Bazen aynı gün içinde üç ayrı fırtına yaşadığımız bile oluyordu. Ne fırtınası, kasırga, kasırga…

Sabır bardağımıza sıkı sarılıyor, kendimizi de bardağımızı da üstümüze yağanlardan korumaya çalışıyorduk. Ama fırtınalar çok zorlaştırıyordu işimizi. Bazen tutunduğumuz yerden kopuyordu elimiz, savrulup gidiyorduk fırtınanın önünde. Taşlara, kayalara, dallara çarpıyorduk. Gözümüze yağmur, dolu, kar doluyor, önümüzü göremez oluyorduk. Bazen tutunacak arkadaşlar buluyor, birbirimize sıkı sıkı sarılıyor, iyi kötü kendimizi koruyorduk. Bazen de tutunmak için uzattığımız elimizi itiveriyorlardı, suyun, çamurun içine düşüyorduk. Düştüğümüz yerden kalkmaya çalışıyor, ağrıyan yerlerimizin varlığını unutmaya uğraşıyor, baştan ayağa ıslak, fırtına önündeki yaman direnişimize yeniden başlıyorduk.   

Ancak dayanacak güç ve sabır çoktan bitmişti aslında. Uzatmaları oynuyorduk. Sonsuzmuş gibi görünen bu fırtınaya dayanamayıp intihar edenler oluyordu sık sık. İnsanı serseme çeviren tipinin boranın içinde, boğazımıza kadar kendi derdimize batmış oluyor, ölenlere üzülemiyorduk. Bazen, yılgınlık duyguları yalayıp geçiyordu içimizi. Bazen de tamamen bırakmanın, hiçbir yere tutunmamanın ve çekip gitmenin güçlü bir itiraz olduğuna inanıyor, “Alın da başınıza çalın!” diyerek bırakıp gitmek istiyorduk. Ama çok hırpalanmış olan zihinlerimizin, doğruyla yanlışı ayırt edebileceğine güvenemediğimizden, hayatta kalma çabasına geri dönüyor, bardağımıza doldukça dolan sudan biraz içiyor, iki nefeslik soluklanıyorduk.  

Bu yağışların ne zaman biteceğini bilememek, yağışlara katlanmaktan daha zordu. Bunu durdurmanın çaresini bulmak ise, gökyüzünde kapatılacak bir vana aramak kadar imkânsız görünüyordu artık gözümüze. Yine de deniyorduk. İnanmadığımız zamanlarda bile deniyorduk. Köşe başlarında toplaşıp hep bir ağızdan, yağış devletinin otoritesine sesleniyorduk örneğin. “Kes şu fırtınayı! Yeter artık! Bıktık senden! Düş yakamızdan!”

Hiç oralı olmuyordu yağış otoritesi. O kadar oralı olmuyordu ki, ona seslendiğimiz zamanlar kendimizi bazen, dinleyeni olmayan bir senfoni orkestrası gibi hissediyorduk. Kendimizi her saniye çok kötü hissediyorduk. Fırtınanın içine düşmüş kuşlar, sele kapılmış karıncalar gibi çaresiz, umutsuz…  Bok gibi… Öyle zamanlarda içimize çöküyor, yağmurdan sırılsıklam halde uyuşup kalıyor, kış uykusuna yatmış ayılar gibi aylarca uyuyorduk. Uyandığımızda fırtınalar dinmemiş oluyordu. Ne yağmur kesilmiş ne kar fırtınası bitmiş ne dolu sağanağı durmuş…

O zaman, “Nasıl duymadık onca gök gürültüsünü, onca fırtına sesini?” diye düşünüyor, kendimize şaşıyorduk. Sonra etrafımıza bakınıyor, bulunduğumuz yeri tanıyamıyor, uykuda sürüklendiğimizi anlıyor ve bu kez de ona şaşıyorduk. Bunca perişanlık içinde nasıl da zatürre falan olup ölmediğimize de şaşırıyorduk. Derken, şaşma duygumuzu yitirmediğimizi fark ediyor ve buna sevinmeye başlıyorduk. Bu aptal sevinç bizi tazeliyordu. Silkinip doğruluyor, caddemizi, sokağımızı, evimizi arayıp bulmaya, bulup toparlamaya davranıyorduk. Saatte seksen kilometre hızla esmekte olan fırtınaya ve yüzümüze vuran kırbaç damlalarına karşı yürüyor, yürüyorduk. Yürüyemediğimiz yerde emekliyor, emekleyemediğimiz yerde sürünüyor ama illaki ilerliyorduk.

Bazen durdurabileceğimize dair bir umuda kapılıyor, yıkılmakta olan dev bir binayı dikiş ipliğiyle yerinde tutmaya çalışmak kadar acıklı çözümler sunan politikacıların etrafında toplaşıyorduk. Lanet olsun ki bu çözüme, her defasında yeniden ve yeniden kanıyorduk. 

Çocukların durumu bizden daha kötüydü. Biz iyi kötü bir hayat yaşamış, unumuzu eleyip eleğimizi duvara asacağımız yaşa kadar gelmiştik ama onlar daha yolun başındaydılar ve doğdukları günden beri bu yorucu, tüketici fırtınanın içindeydiler. Dinmeyen ve önü kesilmezse asla da dinmeyecek olan fırtınanın, yağışın içinde.

Öyle bir an geldi ki -ki elbette gelecekti- artık sıkıştırılamaz oldu bardaklarımız. Çok sert ve ağır bir darbeyle sarsıldık. Dolu sağanağı başlamıştı. Sabır bardağımız o anda taştı. Günlerce sel olup aktı.

Gezi’de de öyle olmuştu. Sel olup akmıştı halk. Otorite saldırdı, sekiz genci öldürdü. Sayısını bilemediğimiz kadar insanı gaz fişekleriyle kör etti. Ama bir yandan da çok korktu. Ethem’in öldüğünü üç gün gizledi.

Devlet tanrısı babamız, göstericilerin arasına sokuşturduğu kışkırtıcı ve kırıp dökücü elemanlarının devirdiği arabaları, yaktığı otobüsleri ekranlardan göstererek, “Bu çapulcular, memlekete böyle zarar verdiler.” diye bağırdı.  

Sonra, demokrasiyi devletrasi olarak anlayan ana muhalefet tanrısı, “Haydin gençler, evlerinize.” dedi. “Sakın sokağa çıkmayın!” diye kitleleri frenledi ve devlet tanrısına yardım etti.

Otorite ne zaman köşeye sıkışsa, üflesen yıkılacak hale düşse, devletrasi muhalefet tanrıları, onu tutup kaldırdı. Elini yüzünü yıkayıp rahatlattı, şişe şişe kan verip güçlendirdi.

Muhalefet, bazı ülkelerdeki bazı otoritelerin, istedikleri zaman cümle terör örgütleriyle iş tutabildiğini, kitlelerin arasına bombacılar gönderebildiğini, gözlerini bile kırpmadan halkın kitlesel ölümlerine sebep olabildiklerini biliyordu. Acaba o yüzden, “Bizim otoriteler de öyle bir şey yaparlar mı?” diye düşündü ve bunun ihtimalinden bile ürktü de insanları ölümlerden korumak için mi “Sokağa çıkmayın.” dedi? Yoksa devletrasi damarı, karşısındakinin parti devleti olduğunu unutturacak kadar gözünü kararttı da… “Hizmetinizdeyim efendim.” diye hizaya geçivermesini mi sağladı, orasını kimseler bilemedi, anlayamadı. Kendisinin anlayabildiğini de sanmıyorum hiç.

Yine sokaklar ana baba günü. Muppet Şov’un ihtiyarları, oturduk, aramızda konuşuyoruz.

“Bu sınıfsal bir mesele azizim. Bugünün eylemcileri, memur anne babaların, maddi açıdan zorlansalar da özel okullarda okuttukları nazlı ve özgür çocukları. Onlara uzaktan bakarak devlet okullarının en arka sıralarında okuyan, mahallede dövüle sövüle büyüyen, dövmeyi sövmeyi hayatta kalmanın ilk şartı olarak benimseyen gençliği ise günümüzün polis gücü.”

“Ailede, okulda hiç ezilmemişlerle ailede, okulda, mahallede ezile ezile ezmeyi öğrenmişler karşı karşıya diyorsun. Yani, devlet babamız, kendi çocuklarını yine kendi çocuklarına kırdırıyor.”

“Öyle diyorum. Hep kıyıya itilmişler, kendilerinin kıyıya itilmesine sebep olan sistemin gücüne karşı çıkmıyor, aksine itaat ediyor ve o sistemin birer eri olarak, sisteme itiraz edenleri dövüyor.”

“Ne yaman çelişki!”

“Ezilmekten kurtulur kurtulmaz ezmek, ezilenlerin en büyük trajedisi… Bugün ezenler, aslında bugün yine eziliyorlar. Ancak bu ezilişin, mahalledeki ezilişlerinden bir farkı var. Bugün, dün de bugün de kendilerini ezenlerin ezebilme gücüne ortaklar. Artık o ezici gücün, hâlâ ezilen ama aynı zamanda da ezebilen bir aparatı olmuşlar. Düşünsene saatlerce dikiliyorlar. Ellerinde plastik kalkanları, çantalarında böcek fısfıslarıyla demir parmaklıklı engelleyicilerin ardında bekleşiyorlar. Gece yok gündüz yok, çantada yemek yok, su yok, sadece zehirli bir fısfıs ve bir çift kelepçe var. Bir de delirip insanlıktan çıktıklarında atacakları tekmeler. Ağır, kindar, kıyıcı, delirik tekmeler. Bekle, bekle, hep bekle… Yorul, yorgunluktan ve uykusuzluktan geber, çimlerin üstüne bile oturama, sesini de çıkarma. Bu ezilmek değil mi azizim? Bal gibi ezilmek. Kim eziyor seni? Şu şarkılar söyleyen, gülüp oynayan, itirazlarını olanca güçleriyle haykıran insanlar mı? Hayır. Ama gözlerinin önünde onlar var. Onlar için bekleşiyorlar ya, suçlu onlar diye düşünüyorlar. Oysa onlar da ezilenler, sen de… Onlar kendilerini ezene itiraz ediyorlar. Sen, kendini ezeni koruyorsun. Aynı noktada dikil, sus, dikil, sus, dikil, sus. Oynayıp gülenlere öfke biriktiriyorsun. O öfkenin yöneleceği hedef, göstericiler değil ki...”

“Zaten mahalledeyken de kendilerinden biraz daha iyi koşullara sahip olanlara karşı birikmişti öfke. Öyle değil mi?”

“Öyle azizim, öyle. Öfkeyi, kendilerini bu hale getirene değil, en yakınında gördüğü özgürlüğe yöneltiyor insan dediğimiz mahluk.”

“Çünkü kolay. Düşünmeyi gerektirmiyor. Halkımızın en sevmediği şey düşünmek… Azıcık düşününce aklı karışıyor. Akıl karışmasından da ödü patlıyor. Niye? Doğru sandıklarının yanlış olduğunu anlayacak çünkü. O yüzden atalarımız nice sözler bırakmışlar günümüze. Düşünen deli, düşünmeyen veli olur.’ demişler örneğin, sakın düşünme diye. E, haksız da sayılmazlar aslında, çünkü düşündükçe görüyor insan kendisinden gizlenenleri. Nasıl kandırıldığını, nasıl aptal yerine koyulduğunu. Bunu gördükçe ve değiştirmek için bir şey yapamadıkça delirmek de gerçekten mümkün. Niye düşünsünler ki kolayı varken, düşünmeden inanmak, düşünmeden güvenmek varken?”

“Aslında itirazcıların durumu da pek farklı değil sanki. Onların istediği şey de devletrasi imiş gibi görünüyor uzaktan değil mi? Bunu bulmak için çok düşünmüşler midir sence?”

“Dur kapı çalıyor. Bizi almaya mı geldiler yoksa?”

“Yok, komşu Pervin gelmiş. İmza topluyormuş. ‘Telefon numaramı yazmasam mı ki?’ dedim. ‘Bak, Nedime yazmamış.’  ‘Aman sen de… zaten donumuza kadar biliyorlar, yaz gitsin.’” dedi. Giymiş yağmurluğu, çıkmış dışarı. Vay canına! Vay, vay, vay canına! Pervin imza topluyor ve Nedime imza veriyor. İnanılacak şey değil. En suya sabuna dokunmazlarımızı bile itirazcı etti galiba devletrasimiz.”

“Dur, dur, ben de imza vereyim. İyi de niye veriyoruz biz bu imzayı? Bu da mı devletrasi için? Ah azizim, yine aklım karıştı.”

“Koş Pervin’in ardından sen. Yetiş. İmzanı ver. ‘Niye’sini yarın birgün uzun uzun konuşuruz. Yağmurluğunu giy... Doludan koruyan kaskını tak. Sakın yolda düşeyim deme.”

Yorumlar (1)
Alev Subaşı 9 ay önce
Bilirsiniz rengarenk gökkuşağını görmek için yağmuru yaşamak gerekir. Bu insafsız yağmurun hesaplayamadığı bu olsa gerek .Kaleminize Sağlık
12
parçalı az bulutlu
banner17
Günün Karikatürü Tümü
Günün Anketi Tümü
Bergama İl Olmalı mı?
Bergama İl Olmalı mı?
Puan Durumu
Takımlar O P
1. Galatasaray 14 33
2. Fenerbahçe 14 32
3. Trabzonspor 14 31
4. Göztepe 14 26
5. Samsunspor 14 25
6. Beşiktaş 14 24
7. Gaziantep FK 14 22
8. Kocaelispor 14 18
9. Başakşehir FK 14 16
10. Alanyaspor 14 16
11. Konyaspor 14 15
12. Çaykur Rizespor 14 14
13. Antalyaspor 14 14
14. Kasımpaşa 14 13
15. Eyüpspor 14 12
16. Kayserispor 14 12
17. Gençlerbirliği 14 11
18. Fatih Karagümrük 14 8
Takımlar O P
1. Pendikspor 15 32
2. Bodrum FK 15 30
3. Amed SK 15 29
4. Esenler Erokspor 15 28
5. Erzurumspor FK 15 26
6. Çorum FK 15 25
7. Iğdır FK 15 25
8. Serik Belediyespor 15 25
9. Bandırmaspor 15 23
10. Van Spor FK 15 21
11. Boluspor 15 20
12. Sivasspor 15 20
13. Sakaryaspor 15 19
14. Keçiörengücü 15 18
15. İstanbulspor 15 15
16. Ümraniyespor 15 15
17. Sarıyer 15 14
18. Manisa FK 15 13
19. Hatayspor 15 5
20. Adana Demirspor 15 2
Takımlar O P
1. Arsenal 14 33
2. Manchester City 14 28
3. Aston Villa 14 27
4. Chelsea 14 24
5. Crystal Palace 14 23
6. Sunderland 14 23
7. Brighton & Hove Albion 14 22
8. Manchester United 14 22
9. Liverpool 14 22
10. Everton 14 21
11. Tottenham 14 19
12. Newcastle United 14 19
13. Brentford 14 19
14. Bournemouth 14 19
15. Fulham 14 17
16. Nottingham Forest 14 15
17. Leeds United 14 14
18. West Ham United 14 12
19. Burnley 14 10
20. Wolverhampton 14 2
Takımlar O P
1. Barcelona 15 37
2. Real Madrid 15 36
3. Villarreal 14 32
4. Atletico Madrid 15 31
5. Real Betis 14 24
6. Espanyol 14 24
7. Getafe 14 20
8. Athletic Bilbao 15 20
9. Rayo Vallecano 14 17
10. Real Sociedad 14 16
11. Elche 14 16
12. Celta Vigo 14 16
13. Sevilla 14 16
14. Deportivo Alaves 14 15
15. Valencia 14 14
16. Mallorca 14 13
17. Osasuna 14 12
18. Girona 14 12
19. Levante 14 9
20. Real Oviedo 14 9

Gelişmelerden Haberdar Olun

@