1991 yılında SSCB dağılınca,
Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’de bağımsızlığını ilan ederek, Özbekistan Cumhuriyeti’ni kurdu.
34 yıllık, emeklemesini tamamlayıp yeni yeni ayağa kalkan, 40 milyon nüfuslu bir ülke…
Rehberimiz Yıldız’ın coşkusu ve gördüklerim bende, sanki genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş günlerindeki heyecanı yaşıyorlarmış hissini ve her alanda çok hızlı kalkınacakları duygusunu uyandırdı.
Bir örnek; Özbekistan, son Paris Olimpiyatları’nda çok büyük bir başarı sıçramasıyla,
8’i altın 13 madalya ile, ülkeler sıralamasında 13. sırayı aldı.
(Türkiye’mi?
40 yıllık uzun bir aradan sonra, hiç altın alamayarak;
üç gümüş, beş bronz toplam 8 madalya ile dünya sıralamasında 59.oldu…)
Amin Maalouf’un çok satan ‘Semerkant’ romanını sanırım çoğunuz okumuşsunuzdur.
Roman, büyük bilgin ve şair Ömer Hayyam’ın Buhara ve Semerkant’da geçirdiği günler ve ünlü rubailerini yazdığı, Semerkant kağıdından yapılmış defter ile başlar.
Romanda, Semerkant için :
“Dünya’nın ezelden beri Güneş’e çevirdiği en güzel yüz…” denir…
Çünkü Semerkant,Buhara ve
Hive, o dönemlerde Batı ve Doğu arasındaki ticaret yolunun (İpek Yolu) en önemli geçiş merkezlerindendiler.
Ayrıca, nasıl ki Fırat ve Dicle nehirlerinin arasındaki Mezopotamya büyük bir kültür yarattıysa; ‘Cennetten Çıkan’ diye bilinen iki nehir,
Amuderya (Ceyhun) ve Siriderya (Seyhun) arasındaki Maveraünnehir bölgesinde kalan bu kentlerde de büyük bir kültür ve zenginlik oluşmuştu.
Zaten Semerkant’ın adı da oradan geliyor: Semizkent…
Yani büyük-zengin kent…
Devasa taç kapılar, çini işlemeler, ahşap oymalar,
nakışlar mavi-larcivert,
turkuaz kubbe ve minarelerle bezeli medreseler,camiler,
kervansaraylar, türbeler bize o günlerin ihtişamını taşıyor…
Ama bunlar arasında, benim en çok görmek istediğim Uluğ Bey Rasathanesi idi.
Artık bir tepe üzerinde kalıntısı kalmış.
Ama o kalıntının içinde, 30 metre çapında devasa Sekstant’ın (gözlem aleti) kalan bölümü bile bizi heyecanlandırmaya yetti.
Kendisi de büyük bir bilgin olan Timur İmparatorluğu’nun 4. sultanı Uluğ Bey, 1421 yalında Semerkant’a üç katlı, dönemin en ünlü rasathanesini yaptırtır…
Gıyaseddin Cemşid’in ardından da Rasathane’nin yönetimini Bursa’lı Kadızade Rumi’ye verir.
(Bugünle karşılaştırmak için:
Uluğ Bey kendisinin de ders verdiği Medrese’nin yöneticisi Kadızade’ye bildirmeksizin bir müderrisi görevinden alır.
Bunın üzerine Kadızade’de yöneticikten ayrılır ve ders vermeyi bırakır.
Nedenini soran hükümdarı Uluğ Bey’e verdiği yanıt tarihe geçer:
“Ben tavsiyeniz üzerine ve kural olarak görevden almanın söz konusu olmadığı bir görev üstlendim. Şu ana kadar müderrisliğin de böyle bir görev olduğunu sanıyordum. Böyle olmadığını görünce de görevi bıraktım…”
Yani?
“Hükümdar da olsanız, bilime ve bilim insanına müdahale edemezsiniz…”
Ne mi olur?
Hükümdar Uluğ Bey hatasını anlar, öğretmeni görevine iade eder, Kadızade’de görevini sürdürür…
Ardından bu göreve yine hepinizin bildiği ünlü bilgin Ali Kuşçu getirilir…
Aradan 150 yıl geçer.
Osmanlı bilgini Takiyüddin,
Sultan 3. Murat’a, Uluğ Bey’in yaptığı yıldız kümelerinin durumunu gösteren horoskopların dayandığı hesapların eskidiğini, yeni gözlemler yapılması gerektiğini bildirerek, bir rasathanenin yapılmasını önerir.
Padişahın emriyle Sokullu Mehmet Paşa tarafından,
İstanbul’da Tophane sırtlarında bir rasathane yaptırılır.
Ne mi olur?
1577 yılında gözlenen kuyrukluyıldızın ve 1578’de baş gösteren veba salgınının nedeni olarak gösterilmesinin ve daha da ileri giden çevrelerce Takiyüdfin ve rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği yolundaki söylentiler üzerine;
Padişah 3.Murat, Şeyhülislam Şemseddin Efendi’nin fetvasıyla, dönemin Kaptan-Deryası Kılıç Ali Paşa’ya emir gönderir ve,Rasathane
denizden atılan toplarla yıkılır… (Osmanlının Uzaya Bakan Gözü Takiyüddin ve İstanbul Rasathanesi/TÜBİTAK/Urungu Akgül)
Semerkant’da yakılan aydınlanmanın ışığı, İstanbul’da söndürülür…