Otobüsle Buhara’dan Hive’ye gidiyoruz. Yaklaşık 600 km…
Kızılkum Çölü’nü geçiyoruz.
Kızılkum, Arabistan çölleri gibi kum tepeleri değil.
Minik çöl bitkileriyle ‘tundra’ görünümünde…
Çöldeki bitki ve hayvanlar koruma altındalar.
Amu Derya nehrini geçer geçmez çöl bitiyor ve yerleşimler başlıyor.
Mezarlıklar dikkatimi çekiyor.
Mezarlar toprağın altında değil, üzerinde; taş, tuğla
ya da kerpiçten yapılma, yarı silindirik yükseltiler…
Nedenini rehberimiz Yıldız Hanım açıklıyor:
“Tüm bölge deniz seviyesi altında kaldığı için, bir-iki metre kazıldığında su çıktığından, mezarlar toprağın üzerinde yapılıyor…”
Çölde yaklaşık 8 saatlik uzun bir yolculuk. Düşünceler birbirini kovalıyor…
Bu topraklarda doğan,
gördüğüm çöl bitkilerinin iyileştirici özelliklerinden de söz eden büyük bilgin İbni Sina’yı düşünüyorum…
Batı onu, ‘Modern Tıb Biliminin Kurucusu’ diye kabul ediyor ve kendisine ‘Büyük Üstat Avicenna’ diyorlar…
Başta Tıb ve Felsefe olmak üzere 200 kadar kitap yazan İbni Sina’nın, “Kitabü-ş Şifa” ve “El Kanun fi’t Tıb” (Tıb Kanunu) kitapları, Avrupa’da yıllarca temel tıb kitabı olarak okutuldu…
İbni Sina’nın yazıp söylediklerinden birkaç alıntı:
“Tıb biliminin amacı insanın sağlıklı yaşamasını sağlamak,
şayet hastalanırsa eski durumuna dönmesini temin etmektir…”
Yani öncelik, 'Hifzı Sıhha' yani koruyucu hekimlik…
“İnsanın ruhu kandil, bilim onun aydınlığı ve Tanrısal bilgelik de kandilin yağı gibidir. Bu yanar ve ışık saçarsa o zaman sana 'diri' denilir…”
“Aletlerin en faydalısı kalemdir.Bir şişe mürekkep,
bir külçe altından hayırlıdır…”
“Ben erdemden öte zenginlik tanımıyorum… İtimada layık en büyük şey akıl ve iyi ahlaktır.”
Çok beğendiğim iki alıntı daha:
“Bilim ve sanat, takdir edilmediği ülkeyi terk eder…”
“Hiç kimse görmek istemeyen kadar kör değildir.”
El Harezmi’de burada doğup yaşamış büyük bir matematik bilgini… (Hive’nin girişinde büyük bir heykeli var.)
Batı onu da ‘Cebir’in Babası’ diye tanıyor.
Algoritmayı bulan (Algoritma sözcüğü,onun adından geliyor:Al Khorezmiy),
Hintlilerin bulduğu ‘0’ sayısını Batı’ya tanıtan da o…
Minerallerin katılığını ve ağırlığını ölçen büyük bilgin Biruni’de bu toprakların insanı…
Tıb, Metematik, Fizik, Kimya,
Astronomi…
Camdan dışarıya bakarken düşünüyorum; bilimin meşalelerini yakan bu insanlar ve İslam dünyasının diğer bilginleri ışıltılarıyla,
Batı dünyasında, Avrupa’da aydınlığın, gelişimin, uygarlığın kapısını açtılar…
Açtılar da…
Ya İslam dünyası?..
Bu yol sürdürülerek, aydınlanmanın nimetleri bugünlere taşınabildi mi?..
Yanıtınız olumsuzsa, bunun nedenlerini düşünmemiz gerekmez mi?..
Altyapı ve üstyapı kurumlarının incelenmesiyle,
ayrı bir yazıya konu olacak bu noktaya girmeyeceğim ama sadece İmam Gazali’den bir alıntı:
“Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler,
kaçınılmaz olarak hakikaten uzaklaşacaktır… Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkansızdır…”
(Tahafüt’ül Felasife-Filozofların Tutarsızlığı)
Felsefe,akılcı düşünce,
tartışma ve eleştirel düşünce,
bilim ve bilimsel düşünce…
Eh! Nakil var… Bunlar niye gerekli olsun ki?!..
Bu konular,1900’lerin başında bu topraklarda da tartışılmış…
“Usul-ü Cedid” (yeni yöntem) okullarını açan Cedidçiler
(yenilikçiler), açtıkları okullarda dini bilgilerle birlikte matematik, fen, tarih, coğrafya gibi derslere de yer vermişler.
(Münevver Karı-İsmail Gaspıralı gibi yenilikçiler…)
Eğitimde Arapça yerine Türkçe’yi kullanmışlar…
Sloganları; ”Dilde, Fikirde, İş’de Birlik…”
Karşılarındaki Kadimciler
(gelenekselciler), Cedidçileri dinsiz ve kafir olarak suçlamışlar…
Cedidçiler de onları gericilik ve yobazlıkla…
Bu tartışmanın izleri günümüzde de sürmüyor mu?..
Bunları düşünürken uzun yol bitiverdi ve bugüne dek gördüğüm en etkileyici açık müze kent Hive’ye girdik…
Hive’de zamanın sanki durduğunu hissediyorsunuz.
Mavinin, yeşilin, turkuazın beyaz ve sarının toprak rengiyle bütünleştiği bir renk cümbüşünün içindesiniz…
Eski şehir (İşan Kale) 2.5 km. ye yakın uzunlukta ve 8 m. yükseklikte, bugün de tamamen ayakta topraktan yapılmış surla çevrili…
Evleri, çarşıları,sarayları;
kervansaray, medrese, cami ve minareleriyle tarihi dokunun olduğu gibi korunduğu büyülü kente, bir masalın içine 4 kapının birinden giriyorsunuz…
Tüm kent, Unesco’nun koruma altına aldığı bir kültür mirası…
2020 yılının Dünya Kültür Başkenti…
Harzemşahlar’a da başkentlik yapmış kadim bir şehir…
Kentin simgesi Kelte (Kalta)
Minor yani kısa minare…
Bittiğinde tepesinden Buhara’nın görülebileceği ve 70 m.ile, Buhara’nın simgesi 47 m.lik Kalon Minareden daha uzun olması düşünülmüş…
Ama yarım kalmış… 25 metre.
Köhne Ark (Eski Saray, kışlık ve yazlık camileri, darphanesi,
haremi, hanın kabul salonu…ile halen ayakta…
Ama beni en çok etkileyen 10.yy’dan kalma Cuma Camisi oldu. Cami 200’den fazla ahşap sütun üzerine oturtulmuş.
Bu ahşap sütunlardaki oyma işçiliği olağanüstü… Ahşap kapı-ları da öyle… Kubbe yok, düz ahşap çatı…
Akşam yemeğimizi, tarihi bir binanın çatısından, mavi turkuaz kubbeleri,rengarenk geometrik çini işçiliğiyle bezenmiş minareleri,buram buram tarih kokan toprak evleriyle günbatımını seyrederek yerken çölde bir masal kentin içindeydim…