Ajans Bakırçay
2023-11-04 15:17:40

Zeytindağı

Hasan Zeki Sungur

04 Kasım 2023, 15:17

Zeytindağı - Falih Rıfkı Atay

Karşıyaka Sancar Maruflu Sivil Toplum Yerleşkesi "Kitap Kulübü"'nün emekli tarih öğretmeni Gündüz Özsoy’un yönetimindeki ilk toplantısında okunacak kitaplar üzerine konuşulurken teklif ettiğim kitap Falih Rıfkı Atay’ın 'Zeytindağı' kitabıydı. Neden Zeytindağı?

İsrail-Filistin çatışmasının Türkiye’ye yansımalarını görebilmek, Türkiye-Arap-Filistin ilişkilerinin tarihi bir süreç içerisinde özellikle dünden bugüne değerlendirmek ve bugünle ilgili karar vermek adına okumayanlar için okunması, okuyanlar için yeniden okunması gereken bir kitap Zeytindağı.

Özellikle; her Türk aydınının, öğretmenlerin, liseden itibaren öğrencilerin, Araplara ümmetten millete bağlılık gösterisi yapan yazar, çizer takımının, İsrail- Filistin çatışmasında Haydi Gazze’ye sloganı atanların, Hamas terör örgütü değil mücahit grubudur diyen ve 34 kişinin İsrail askerlerince öldürüldüğü Mavi Marmara gemisindeki katliamın hesabını soramayan ve üç kuruş tazminatla olayı kapatanların, bölgede 'Garantör Devlet' olmak isteyenlerin okuması gereken bir kitap Zeytindağı.

Ne demişti Mehmet Akif; "Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?" Falih Rıfkı’nın sözleriyle; "Geçmişten ders alınmazsa geçmiş geçmeyen olur.”
Ve de; kitabı okuyup bitirdikten sonra ortaya çıkan manzarayı bugün Cumhuriyet rejimine karşı çıkıp, Cumhuriyetle hesaplaşmaya çalışanlara, "Yeni Osmanlıcılık" diye tutturan kesimlere ithaf ediyorum!

Kitabın konusu Falih Rıfkı’nın önsözde yazdıklarıyla;
"Zeytindağı bu çeşit bir hatıra kitabı değildir…"

"Biz, şimdi kırkına yaklaşanlar, Osmanlı İmparatorluğunun Son gençleriyiz de üç, beş, yedi yaşında bulunan çocuklar, bugün yeni Türkiye’nin gençleri olmuşlardır ve hatırlarında İmparatorluktan hiçbir iz kalmamıştır. İşte onlara, saltanatın, Suriye’de, Filistin ve Hicazdaki son senelerinin manzarasını göstermek istiyorum"

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun değerlendirmesi ise şöyle; “…Falih Rıfkı’nın bize hatırlattığı devir, Türk milletinin geçirdiği ve geçirebileceği felaket devirlerinin en facialısı, en dehşetlisi ve ruha en çok bezginlik verenidir…”

Adını, Kudüs’e yakın ve 4ncü Ordu Karargâhının yerleşik olduğu Almancası Ölberg, Arapçası Cebelizzeytun, Türkçesi Zeytindağı olan tepeden alan kitapta; Falih Rıfkı Atay, 1914 yılından itibaren 4 yıl yedek subay olarak görev yaptığı 4ncü Ordu Karargâhındaki anılarını, 4 ncü Ordu K. Cemal Paşa’yı, mütareke yıllarını, meşrutiyeti, İttihat ve Terakkiyi; saltanatı, iktidar mücadelelerini, Anadolu’dan gönderilmiş askerlerin, Filistin, Hicaz, Medine’deki savaş yıllarını, çöldeki zor koşullarını, Arapların Osmanlı’ya ve Türklere bakışını anlatır…

Bir öneri kitabı okuyacaklara; 3 ana bölümden oluşan (Zeytindağı -Bazı Hatıralar 32 bölüm- Çöl Destanı, Ateş ve Güneş) kitap ta geçen olayları değerlendirebilmek için 1915- 1918 de ki Osmanlı İmparatorluğunun Arap ve Filistin cephelerini incelemelerini kitabı okumaya da önsözden sonra Çöl Destanı, Ateş ve Güneşle başlamalarını tavsiye ederim ki bölgeyi tanısınlar ve sonra asıl hikâyeye yönelsinler Zeytindağı’na…

Ve de bu kitapta; Atatürk’ün Nutuk’ta 14ncü bölümde “Yemen çöllerinde kavrulup mahvolan Anadolu evlatlarının miktarını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı muhafaza etmek için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan telef oldu, bunu biliyor musunuz? Ve netice ne oldu görüyor musunuz?” Sorusunun cevabını da bulacaksınız…

Ben kitabı okurken o günlerin ışığında bu günleri değerlendirdim. Özellikle şu anda yaşadığımız ve her an Türkiye’yi de öyle veya böyle içine çekmesi olasılığı bulunan İsrail- Filistin çatışması ve Gazze’de yaşananlarla bu günleri değerlendirdim geçmişten ders çıkarmak ve tarihi tekerrür ettirmemek adına işte aldığım edebi notlarla değil tarihten parçalarla Zeytindağı…

Harbe gidenlere bir bakalım yazar Falih Rıfkı’nın şahsında ve harbe gitmeyenlere medrese öğrencilerine…

Mısır Sıtması bölümünden; “…Harbiye mektebinde ilk talim edenler arasında idim…” “…Bir gün hepimizi kıra çıkardılar ve yere bağdaş kurdurup imla imtihanından geçirdiler. Medreselilerin hemen hepsi ve birçok da ellerinde Darülfünun vesikası olanlar imtihandan döndü ve ihtiyat zabit namzetleri yarıya indi. Bir başka gün de doktorların odasından geçtik, geriye kalmış olanların yarısı çürüğe çıktı, Harbiye çavuşlarının eline yalnız okuryazarlar ve sağlamlar kalmıştık. Bir disiplin kadrosu içinde anonim kalmak Türk gençlerinin hoşuna gitmez. Meşrutiyet gençliği gibi Cumhuriyet gençliğinin de başlıca eksiği budur. Her gün aramızdan iltimaslıların ayrıldığını görüyorduk. Yeni vazifeler daha cazibeli idi. İltimas, hepimizin şevkini kırdı, akşamları mektepten çıktıkları herkesten kurtarabilecek bir yardım arıyorduk…”

Bu satırları okuyunca aklıma geliverdi; 1922 de Konya’da bir medreseye uğrayan Mustafa Kemal’e hoca öğrencilerinin askere alınmamasını isteyince verdiği cevap 1915 in tecrübesi olsa gerektir. “Sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerli? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz. Bu asalakların askere alınmaları için yarın emir vereceğim.”

Peki ya iktidarın paylaşımı, ordunun emir komuta zinciri nasıldı? Onun da cevabını veriyor yazar;

Yine Mısır Sıtması bölümünden; “…O zamanlar insanın üzerine yapışan damga adam sözü idi. Cemal Paşanın adamı; Enver Paşanın adamı, Talat Paşanın adamı… Kendi kendinin adamı: kimdi, bilmiyorum. Her adamın da kendi adamı vardı. Gruplar büyüdüğü zaman artık Enver Paşa takımı, Talat Paşa takımı, Cemal Paşa takımı demek doğru olur. Zeytindağı üstünde de; dördüncü ordu karargâhının zabitleri ile Cemal Paşanın adamları diye iki sınıf olmuştur. Adamın hususiyeti rütbe ve mevkie uygun olmayan ehemmiyetinden belli olur. İttihat ve Terakki devrinde mesuliyetsizliği temsil eden adamlar iktidardan en iyi faydalanmış olanlardır. Büyük Harpte en ürktüğüm şey bu damga idi. Talat Paşanın adamı, Enver Paşanın adamı…”
Bu satırlar size şu anda ki ordu da ki tayin ve terfilerde, emir komuta bağlantısında ki yıkılan hiyerarşik yapıyı düşündürmüyorsa siyasi iktidarda ki yapıya bakınız çeteler, tarikatlar, cemaatler…

Peki, Osmanlı ne düşünüyordu savaş öncesinde kimle nasıl bir ittifak kurulmalıydı bunun cevabı ise Savaş bölümünde…

“…O sırada İstanbul’u düşündüren üç şey vardı: Rus düşmanlığı, Alman kudreti ve İngiliz hayranlığı. Eğer İngiltere olmasa, Almanya’nın Rusya ve Fransa’yı bir güçlü darbede dağıtacağında kimsenin şüphesi yoktu. Harbi bir çıkarmaya mahkûm eden İngiltere, bizi sarih olarak ittifakçılar cephesine yaklaştırmayan da Rusya idi. Almanlarla birlikte harbe girdik…”
Osmanlı’ya verilen görev Çöl Destanı 2nci bölümde açıklanıyor, askerin nasıl kurbanlık koyun gibi cepheye gönderildiğini;

“…Bizim aramızda Kanal ı geçerek yerli halkı ayaklandırıp Mısır ı alacağımıza inananlar vardı. Bu kadar saf olmayan Almanların Türk ordusuna verdiği Kanal vazifesi ise daha basittir. Ara sıra bir kaç bin Türk feda ederek ve ikide bir Kanal ı zorlayarak, Mısırda mümkün olduğu kadar İngiliz ordusu tutturmak! Mısırda duran her İngiliz, Alman ordusunun karşısında azalmış bir fert demektir…

Peki, Almanların bir başka planı var mıydı? Evet, belki şimdiye kadar hiç duymadığımız bir plan.

“…Almanlar harpten, sonra İmparatorluğu sömürgeleştirmeği düşündükleri için en kuvvetli insanlarını ihtiyat zabiti olarak aramıza göndermişlerdi…

Osmanlının gönderdiği ise kendi ağzından açıklıyordu gerçeği;
“…Ben Suriye ve Garbi Arabistan Umum Kumandanı, İkinci başkumandan gibi bir şey… Top, mitralyoz, tüfek, kılıç Almanın emrine ve Cemal Paşanın hissesi ise imzası üstündeki bu dört kelimeden ibaretti…”

“…Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik? Ve üç dört sene içinde bunalttığı bir nefesi boşaltmış gibi ohlayarak bekledi. İşte cevap: Aylık vermek için! Ve ilave etti: Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli ya öbür tarafla birleşmeli idik. Kırtasiye ve maaş imparatorluğunun tarihi işte böyle biter…”

Yazar; ‘Bizim Osmanlı’ da yıllarca kontrol ettiği Arap topraklarının Osmanlı’ya ait olmadığını gösteriyordu.

“…Çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu hudutsuz imparatorluğun çocuğuyum. Çıplak İsa, Nasıra da marangoz çırağı idi; Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz, Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse. Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda seyyahlar gibi dolaşıyoruz…”

“…Suriye -Filistin ve Hicazda: Türk müsünüz? Sualinin birçok defalar cevabı: Estağfurullah! idi. Bu kıtaları ne müstemlekeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu. Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz…”

Yazar, Arap coğrafyasının etnik ve dinsel olarak bölünüp parçalandığını, insanların birbirine düştüğünü gözlemlemiş ve bu gözlemlerinde bugün yaşanan İsrail-Filistin çatışmasında yaşananları insani değerler hariç hiçte Türkiye’nin sorunu olmadığını meselenin Yahudi-Arap meselesi olduğunu ortaya koymaktadır.

“…Musa oğulları Kudüs kelimesi, Hristiyanlığı hatıra getirir. Fakat ne Kudüs’te, ne de Filistin’de Hristiyanlık diye bir mesele yoktur. Kudüs’ün Hristiyanlığı, Ortodoks Petersburg, Protestan Berlin, dinsiz Paris, Roma ve Anglikan Londra’nın politika meselesidir. Kudüs’ün yerli meselesi Yahudi – Arap meselesidir. Bir avuç Yahudi, Altı yüz bin Arap…” “…Paranın ne büyük bir kuvvet olduğunu anlamak için ise Filistin’de yoğun Arap nüfusunu topraklarından süren Siyonist sömürgecilerini görün. Yüzlerce yıllık gözyaşı bir külçe altına değmez. Balfour’un bir nutku, Davud’un bütün mezmurlarından daha tesirlidir…”

Acı son ve yüzleşemediğimiz gerçek şu satırlarla anlatılıyor;
“Bir yığın Anadolu çocuğunu, yurdundan kopmuş, uzak Medine içinde iskorpite ve çöle yediriyorduk…” “…(Şam’dan İstanbul’a) Tren giderken iki tarafımıza Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’ süz, Şam’ sız, Lübnan’ sız ve Halep’ siz; öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş öyle perişan bulacağız.

“…Kumandanım, harap Anadolu topraklarını gördükçe ‘Keşke vazifem buralarda olsaydı’ diyor. (…) Eğer kalırsam diyor, ‘Bütün emelim Anadolu’ya çalışmaktır.’ Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa… Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bir anaya şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz…”
“İstasyonda kadın durmuş, gelene geçene;

‘Benim Ahmet’i gördünüz mü?’ diyor. Hangi Ahmet’i? Yüz bin Ahmet’in hangisini?
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: ‘Bu tarafa gitmişti’ diyor.

O tarafa! Aden’e mi? Medine’ye mi? Kanal’a mı? Sarıkamış’a mı? Bağdat’a mı?
Ahmet’ini buz mu, kum mu, su mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa Ahmet’ini görsen ona da soracaksın: ‘Ahmet’imi gördün mü?’
Hayır! Hiçbirimiz Ahmet’ini görmedik. Fakat Ahmet’in her şeyi gördü…”

“…Anadolu Ahmet’ini soruyor. …Ahmet’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek… Fakat biz Ahmet’i kumarda kaybettik!”

Bugün yeni Ahmet’leri kaybetmemek için Falih Rıfkı Atay’ın anlattığı acı gerçeklerden ders alınmalı ki tarih tekerrür etmesin.

Son söz bizlere yeni Mustafa Kemaller gerektiğini hatırlatan Falih Rıfkı Atay’dan;
“…Mustafa Kemal Büyük Harbe girmek aleyhinde idi: Kafa ve sanat adamı olduğu için! Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı: Vatan adamı olduğu için! İlim ve vatan adamı olunuz. Hiçbiri yalnız başına, ne sizi, ne de milletini kurtarabilir.”

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.