Ajans Bakırçay
2021-01-07 19:58:01

Öfke, Saldırı, Uzlaşı

Aysel Korkut

07 Ocak 2021, 19:58

Öfke, engellenme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen saldırganlık tepkisine verilen ad ve ne yazık ki toplumda yoğun bir engellenmişlik duygusu var ve de haliyle öfke. Maddi yetersizliklerin arşa tırmandığı bu zamanda pek çok ihtiyacımızı gideremediğimiz için; pandemi yasakları nedeniyle dışarı çıkamadığımız için; ana babamıza, eşimize, çocuğumuza bile sarılamadığımız için, uzaktaki yakınlarımıza ulaşamadığımız için; sinemaya, tiyatroya gidemediğimiz, sergi gezemediğimiz, konser izleyemediğimiz için; işimizi yapamadığımız, sanatımızı sergileyemediğimiz, dükkanımızdaki malı satamadığımız, siftah edemediğimiz, işsiz çocuğumuza iş bulamadığımız, kiramızı veremediğimiz, borcumuzu ödeyemediğimiz, üst baş alamadığımız, bozulanın yerine yenisini koyamadığımız, çocuğumuza süt içiremediğimiz, alışık olduğumuz yaşantıları sürdüremediğimiz için; yaşam biçimlerimize karışıldığı, özgürlüklerimiz her gün biraz daha daraltıldığı ve zamlar, cezalar, yeni vergiler, yalanlar, yasaklar, cinayetler, cinayetler ve cinayetler üstümüze üstümüze geldiği için kıstırılmışlık duygusu ve dolayısıyla öfke içindeyiz.

Toplumda, neredeyse patlama eşiğine varıp dayanmış yoğun bir öfke var. Saldırganlık ürkütücü bir hale geldi. Patlama eşiğindeki öfkenin gazı, sosyal medyada, ona buna yöneltilen linç türü saldırılarla bir miktar iniyor. Şuursuzca sağa sola, önümüze ne çıkarsa ona saldırıyoruz. (Belki de yeni nesil sosyal patlamalar artık sosyal medyada yaşanıyordur da toplumbilimciler henüz bunun adını koymamışlardır.)

Çığırından çıkmış gibi görünen bu saldırganlık hali insanı ürkütüyor. Eskiden güzel güzel konuşur, gülüşür, gerektiğinde tatlı tatlı tartışırdık diye anımsıyorum. Sonra kendimden şüpheye düşüyorum, yoksa eskiden de mi böyleydi? Oldu bitti asla tatlı tartışamaz mıydık? Her tartışmanın içine hakaretler mi girerdi? Ama hayır, tartışabildiğimiz günler vardı. Doğru düzgün eleştiriler yaptığımız, bize yapılan eleştirileri, iyiliğimiz için olduklarından emin bir şekilde seve seve dinlediğimiz günler. Evet vardı. Saygı sınırları içinde tartışabildiğimiz güzel günler.

Artık yok ve bu iyi değil. Tartışma yoksa uzlaşı da olmaz çünkü. Peki kimselerde uzlaşma niyeti var mı? Bence o da yok. Uzlaşamayacak kadar ayrıştık. Bulduğumuz ilk fırsatta birilerini linç ediveriyoruz. Linç edilen kişinin ruh halini düşünen kimse yok. Niye düşünülsün ki zaten ruh hali, amaç öldürmek ise?

Amaç öldürmek evet. Bu saldırılar yüz yüze ortamlarda olsa, kendisine saldırılan kişi oradan sağ kurtulamaz. Bu kesin. Düşünsenize bir kişiye inen yüz binlerce darbeyi ve oradaki o “bir” kişiyi… Ve yüz binlerceyi de mümkünse…

Eleştiri, birilerinin, bir konuyu, olayı, insanı veya bir eseri, doğru ve yanlış yanlarını göstermek amacıyla inceleme ve ulaştığı sonuçları ilgili kişi veya kişilere (üstüne vazife olsun olmasın) bildirme işi iken, artık sadece yanlış yanlarını bulup sahibinin yüzüne çarpma işi oldu. Dört bir yandan kuşatarak binlerce kolla çarpma işi üstelik. Oysa doğru ve yanlış, eğer kanun değilse zaten göreceli bir şey ve herkesin doğru bulduğu zaten kendi doğrusu. Sadece ve sadece kendi doğrusu. Diğerinin doğrusu mutlak yanlış. Ve her yerde “Hep ben doğruyum, bir tek ben doğruyum.” halleri. Kaldı ki kanunların bile artık ‘mutlak uyulması gereken’ olarak görülmedikleri, yerine göre reddedilebilir, dikkate alınmayabilir olabildikleri, yaşamın içinde tanıklık ettiğimiz bir durumken. Karışık işler bunlar. Belki de en iyisi, “Ben yumuşak falancayı okuldayken de doğru yazamazdım.” deyip geçmek.

Bir sıkıntı da şu: Sağ kesimde yanlışıyla doğrusuyla insanına sahip çıkma durumu varken sol kesimde bir tek yanlış yapanı kaldırıp çöpe atma tavrı var. Yanlışa sahip çıkmak, yanlışı gizlemek ne kadar doğru değilse, bir yanlışla bir insanı ve bütün değerlerini silmek de en az diğeri kadar doğru değilmiş gibi geliyor insana. En azından bana öyle geliyor.

Biz öğretmenler, karşıdakinin önce doğrularını bulup çıkartmaya odaklıyızdır. Mümkünse yanlışlarını görmemeye çalışarak yaşarız öğrencilerimizle yıllarca. İyi yanlarını bulup öne çıkartmaya çalışarak. Yanlışına vurgu yapmak o öğrenciyi kazanmak olmaz çünkü. Oysa öğretmenin öncelikli amacı öğrenciyi kazanmaktır. Bunu yapamadığımız zamanlar da olur mutlaka ama bu bizim için en belirleyici yol ve yöntemdir. En azından öğretmenlerin çoğunluğu için böyle. Galiba bende de öğretmenlikten kalma öyle bir alışkanlık var. Çünkü olaylara ve insanlara bu açıdan bakmaktan, önce iyi yanlarını bulup çıkartmaya çalışmaktan kendimi alamıyorum. Ne yazık ki bu da zayıflık olarak kodlanıyor. Bir süredir her insani özellik zayıflık olarak görülüyor zaten. Olsun varsın. Bir gün bundan dönülecek. Bugün değil belki ama yarın, mecburen. Aksi halde toplumun işi tümden bitecek.

Biz öğretmenler, kazanmak istediğimiz öğrenciyi olumlu eleştiririz. Eleştirdiğimiz şey olumsuz bile olsa bunu olumlu bir şekilde söylemeye çalışırız. Çünkü olumsuz eleştiri ile kimseyi kazanamayız. Yapmak zorunda kalmışsak, bunu, -kazanmak istediğimiz öğrenciye veya yetişkin insana yapılacak olumsuz eleştiriyi- uygun bir ortamda, uygun bir şekilde gerçekleştiririz. Aksi, saldırı gibi algılanabileceğinden yarar sağlamaz, aksine zarar bile verebilir. Şu sıralar toplumdaki eleştiriler yüzdesinin büyük kısmı bu türden. Yok edene kadar kırmak ve tamamen yok etmek üstüne. Uzlaşmaya yönelik olanı yok denecek kadar az.

Daha da kötüsü, toplumda gözle görülür bir uzlaşma isteğinin de var olmayışı. Toplumsal uzlaşmanın oluşması veya en azından uzlaşının istenir olması için “Bir Başkadır” benzeri onlarca dizinin çekilmesi ve izlenmesi gerekiyor sanki. Gerçi o dizide bile, oluşturulmak istenen empati çok yönlü imiş gibi görünmesine rağmen yine de bir miktar kışkırtıcı yan bulunuyordu. Ve daha çok laik kesimin üst tabakasının özeleştirisi gibiydi. Bir eksi yanı da yaygın kullanılan televizyonlar yerine internet üzerinden yayınlanmış ve böylelikle de herkese ulaşamamış olmasıydı. Haksızlık olmasın, ihtimal o ki yayınlatılacak bir TV kanalı bulunamadığı için internete açılmışlardır, ayrıntısını bilmiyorum. (Eğer gerçek öyleyse -ki yüzde doksan dokuz öyle) uzlaşma çağrısı yapan dizilerin, televizyon kanallarına alınması için de epey bir çaba gerekecek demektir ama çatışmadan varlık devşiren kanallar neden uzlaşmak istesinler, o da ayrı ve zor bir konu… İşimiz gerçekten zor, yolumuz uzun.)

Neyse ki sosyal medya var ve sosyal medya, insanların gazını alan bir tür supap işlevi görüyor. Bu nereye kadar böyle sürer bilinmez. Ayrıca, bu supap ya bu gazı indirmeye yeterli gelmezse bir gün, o zaman ne olacak? Bunca öfkeli insan, böyle düşmanca duygularla ve böyle kontrolsüz bir saldırganlıkla ortalığa dökülürse? Gazla, copla mı durdurulacak? O da çok zor.

Peki ne olur?

İç savaş mı çıkar?

Şeriat mı gelir?

Devrim mi olur?

Ülkemize doluşup uyuyan İŞİD hepimizi kılıçtan mı geçirir?

Hiçbirisi olmaz da uzlaşma mı olur?

Yok. O saatten sonra artık uzlaşma olmaz. Uzlaşma olsun isteniyorsa şimdi sağlanması gerek. Dilerim bunun için bir çabaya girilir. Halkın arasına düşmanlık zehirleri serpmekten vazgeçilir, iyi duygular yeşertilir, umut sulanır, dostluk sözcüğü anımsanır. Bunlar olursa sonrası kendiliğinden gelecektir. Çünkü bu toplum birbirine düşman bir toplum değil, düşman edilmeye çalışılan bir toplum. Düşman etme çalışmasından vazgeçilirse bu tehlikeli gidişten de dönülebilir. Uzlaşılır, barışılır… Ama bu dilekleri kim duyar ve bunun için kim uğraşır, kim kıçını kıpırdatır, kim keyfini bozar?

Birileri duymak ve keyfini bozmak zorunda. Aksi halde yarın ah vah etmek işe yaramaz.

Ama belki de istenen tam da bu düşmanlık ruhudur: Etiği es geç, uzlaşma, saldır!

Hangisidir, ne olur bilemiyoruz ama iyisini dilemekten vazgeçmiyoruz.

En iyisi neyse o olsun. Senin, benim için değil hepimiz için iyi olan olsun.

Her bir cebe birer avuç dostluk tohumu bırakıyorum. Birer avuç umut, birer avuç iyi duygu ve bir de hatırlatıcı. Umudun içine dostluk tohumunu ekelim, iyi duygularla sulayalım ve tohum büyürken kendimize ve çevremize, hiçbirimizin dört dörtlük iyi veya baştan ayağa kötü olamayacağını hatırlatalım diye.

Bu yazıyı yazmaya başladığım sıra Milli Piyango tartışılıyordu. Numarasına piyango çıkan fakat satılmayıp elde kalan (nedense) üç çeyrek biletin ikramiyesinin, SMA’lı çocukların tedavisi için harcanmasını isteyenler vardı. Birileri de bunu isteyenlere ve SMA’lı çocukların ailelerine çeşit türlü ithamlarda bulunuluyorlardı. Daha yazı bitmeden peş peşe neler neler oldu. Darbe muhabbetleri, türban gelgitleri, onca olayın arasında küme düşürülmesi asla planlanmamış olan memur ve emekli maaş artışları -sefil artışlar-, benzine bir indirim, bir bindirim; Boğaziçi’nde rektörlük yapma yetkinliğinde olmayan birisinin, kendisini oraya rektör olmuş olarak buluvermesi, öğrencilerin itiraz etmeleri, itiraz seslerini susturma emri almış güvenlikçilerin üniversite kapısına kelepçe takmaları, öğrencilerin evlerine sabah baskını yapıp onları tutuklamaları; Amerika’nın birden bire üçüncü dünya ülkelerine benzeyivermesi, bizimkilerden bazılarının telaşa düşüvermeleri, falan filan…

Bir sayfaya en özet haliyle sıralayarak yazması bile baş döndürüyor ki o sıra yaşanan bir yığın olay unutuldu bile.

Tek unutulmayan şey bir yanda susmanın bir yanda da saldırmanın sürekliliği.

Susmak da saldırmak bizi bir yere götürmeyecek. Götürse de iyi bir yere götürmeyecek. Konuşmayı bilmiyorsak konuşma dersleri almaya başlasak mı acaba?

Çünkü bu gidişin, sadece anlatmaya çalışanın değil, herkesin -susan ve saldıran ayırmaksızın- canını yakmaya niyeti varmış gibi görünüyor.

Haydi biraz düşünelim. İyi bir şeyler.

Yorumlar (1)

Alev Subaşı 3 Yıl Önce

" Çünkü olaylara ve insanlara bu açıdan bakmaktan, önce iyi yanlarını bulup çıkartmaya çalışmaktan kendimi alamıyorum. " Almayın Aysel hocam ! Benim gibi pesimistlere can suyu olmaya devam edin.Son derece Ayselce bir yazı olmuş.Yüce gönüllü ve kucaklayıcı.Kaleminize Sağlık

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.