Ajans Bakırçay
2021-06-15 20:16:33

Şevket Süreyya’dan Emekliliğime…

Recai Şeyhoğlu

recaiseyhoglu1952@gmail.com 15 Haziran 2021, 20:16

Bilgi Yarışması programında bir öğretmen ve aynı zamanda ses sanatçısının Çanakkale Cephesi’nin hangi savaş yıllarında olduğu sorusuna yanıt verememesi afallattı beni.

Bilemediği yetmiyor gibi, bir de abuk sabuk laflar etti. Genellikle oluyor bu. Bilemedim demiyor hiçbir yarışmacı.

Yıllar önce soruları çalanlar, soruları yandaşlarına verenler nedeniyle karşımıza çıkan cehalet ordusu ürpertiyor insanı. Son günlerde sınav sorularının gene çalındığıyla ilgili bilgiler geleceğe olan güven duygumuzu zedeliyor. Ne çok hırsızlık yaşanır oldu ülkemizde!

Eski Türkiye’de böylesi soysuzluklara prim verenler yoktu.

Cehaletin katmerlisiyle karşı karşıya kalacağımız günler çok uzakta değil gibi…

Yalancılık, hırsızlık, sahtekârlık aldı başını gidiyor.

Din adamlarımız neden bu duruma müdahil olmazlar ki…

Ayıp ve günah olan bu trionun egemenliğine son vermek adına neden siyasileri uyarmazlar ki…

Yolsuzluğun, mektepsizliğin, adaletsizliğin, idaresizliğin, toprak ağalarıyla şeyhlerin her tarafta el ele verişinin, devlet otoritesinin ancak vergi ya da askere almak için köyü anımsayışı nedeniyle Anadolu insanının cahil bırakıldığı birinci paylaşım savaşı yıllarında, "Bizim dinimiz nedir, hangi dindeniz?" sorusuna "Elhamdü-l-illâh Müslümanız" değil de "İmamı âzam dinindeniz" , "Hazreti Ali dinindeniz" yanıtının verildiğini Şevket Süreyya Aydemir’in 'Suyu Arayan Adam' kitabında öğrendim ben.

"Peygamberimiz kimdir?" sorusuna "Enver Paşa" diyenler de oluyormuş o günlerde.

Şevket Süreyya’nın bulunduğu makineli tüfek bölüğündeki askerler, cephe gerisindekilerden pek farklı değilmiş cahillikte. "Peygamberimiz sağ mı ölü mü?" sorusuna ise "Sağdır" diyenler hiç az değilmiş. Peygamberimizin İstanbul’da, Şam’da ve Mekke’de yaşadığını söyleyenler de çıkıyormuş.

Bölükte namaz kılan bir kişi çıkmış, ezan okumayı ise bilene rastlanmamış. Niçin namaz kıldığını da anlatan çıkmamış hiç.

Köylerinde mektep olan bir asker bile çıkmamış.

Anadolu köylüsünün dindar olduğunu düşünen Şevket Süreyya, çok yanıldığını o günlerde anlamış.

"Biz Türk değil miyiz?" sorusuna ise "Estağfurullah!" yanıtını verenler öyle çok olmuş ki…

Türklüğü kabul etmeyen Anadolulu…

Çünkü Türk demenin Kızılbaşlık olduğunu, bunun da kötü bir şey olduğunu düşünen çok kişi yaşıyormuş.

Köyüne yol yapmazsan, mektep yapmazsan, hastalıklarıyla ilgilenmezsen, eşkiyaya karşı onları korumazsan, dinin hükümlerini/ milletin adını öğretmezsen karşına çıkan insan Einstein olacak değil ya…

Atatürk, bu gerçeğin farkında olduğu için bütün çabası toplumu dil, tarih, arkeoloji konularında bilgilendirmek doğrultusunda oldu, kısaca toplumsal cehaleti yenmek için gecesini gündüzüne kattı.

Atatürk bunun için büyük!

Büyük demek bile az…

Selanik toprağında doğmuş olmasından mı acaba?

Bilmem ki…

Binlerce askerimizin Sarıkamış’taki kaybı, Enver Paşa’nın siyasi hataları/ sosyal görüş darlığı nedeniyle geçiştirilebilir mi?

Binlerce ana kuzusunun karda kışta kıyamette bir Turancının hayalleri uğruna yok olması affedilir bir kusur mudur?

El alemin ülkesinde neden bu denli büyük bir kayıp yaşanmıyor da bizde yaşanıyor sorgulamak gerekmez mi?

Cehaletin sonuçları, püsküren Vezüv Yanardağı’nın etkisi gibi…

Ormanda da sınıflararası kavga dövüş vardır diyor Şevket Süreyya. Yerde sürünen bitkiler sınıfı, orman altı tabakası, yerde sürünmemekle beraber açık havaya/ güneş ışığına kavuşamayanlar… Köklerini dallarını daha fazla yayarak ve kendilerine hepsinin arasından yol açarak güneşe ulaşmak için çarpışan asıl orman ağaçları…

Bu kadar da değil…

Mantarlar, yosunlar, parazitler, başka bitkilerin gövdelerine yapışıp onların usaresiyle yaşayan neviler de var…

Özetle… Kökler, gövdeler, dallar ormanda daimi bir kavga halindedir, diyor.

Suya, toprağa ve güneş ışığına sahip olmak için aralarında boğuşur dururlarmış.

Sınıf savaşları sadece insanoğluna özgü değil anlayacağımız…

Doğada, canlılar dünyasında da var bu savaş.

Nazım Hikmet’in sevgili arkadaşı Şevket Süreyya Aydemir, zor yıllarda geçirmiş günlerini…

"İnsanlar birbirlerini yiyerek yığınla ölüyorlardı. Don kıyıları da açlıktan yanıyordu. Yollar, istasyonlar, şehirler, her şeyini bırakıp birer iskelet yığını halinde ölüme doğru çılgınca koşan yüz binlerce insanla tıklım tıklım doluydu" diyor yaşadığı dönemi dillendirirken.

Anadolu, Hazer kıyıları, Gürcistan, Moskova, Batum, Dağıstan, Ukrayna, Kuban ülkeleri, büyük Rus ovası… Farklı coğrafyalarla, farklı insanlarla iç içe yaşayarak zenginleşmiş Şevket Süreyya.

Çocukluk rüyalarının dokusunda bir ihtilalci ruh vardı ki sonraki yıllarında diyor ki "Ben Komünist Partisi’ne işte bu hengâme içinde girdim. İlk parti toplantısına Batum’da katıldım."

Komünist Partisi deyince, kitabın 169. Sayfasında yazılanları aktarayım size:

"Adına Türkiye Komünist Fırkası denilen bir teşkilatın ilk kongresi 10 Eylül’de, gene Bakü’de oldu. Eğer kongre salonundaki kalabalığa ve burada sahneye çıkarılan ve her biri Türkiye’nin bir vilayeti adına konuşan delegelere ve söylenen nutuklara bakılırsa Türkiye’ye artık komünist bir memleket demek yerinde olurdu. Fakat dikkat edilirse görülüyordu ki bu kalabalığa katılan insanlar aslında hiçbir yeri, hiçbir teşekkülü temsil etmiyorlardı. Aralarında müşterek bir bağ yoktu. Her birinin komünistlik anlayışı da başka başkaydı. Ortalığı dolduran topluluk aslında Rus İhtilali üzerine başıboş bırakılan ve memlekete dönmek için yol ve çare arayan harp esiri Türk askerlerinden ibaretti."

Devam ediyor:

"Harp içinde Almanya’da okuyan veya orada yaşayan birkaç Türk aydını vardı ki bunlar İstanbul’dan gelmişlerdi. İşgal ettikleri başkanlık sahnesinden parteri dolduran derme çatma kalabalığa yukarıdan aşağıya ve açıkça küçümseyerek bakıyorlar gibiydi. Parterde yer alanların bir kısmına göre ise onlar birer aydın, yani kendilerine güvenilemez birer yabancı, birer kervana karışandılar. Ak saçlı bir Rus Bayan Stasova iki tarafı beyhude yere birleştirmeye çalışıyordu."

TKP kadroları seçkin, aydınlanmış kadrolar değildi yani demeye getiriyor.

Şevket Süreyya’nın yazdıkları ülkemizin solcularını düşündürmelidir.

Cehaletin hükmünü sürdürdüğü topraklarda, cehaletin insanoğlunu tutsak hale getirdiği dönemde kürsüye çıkıp konuşanlar deli saçması türden konuşmalar yapmış.

Hiç bilmiyordum. Sindirilecek gibi değil…

Biri, "Hilâfet ve saltanat makamı taarruzdan masun olmalıdır (korunmalıdır)" derken bir diğeri İstanbul’un devlet merkezi olmasını istiyor. Teklif de hoş görülüyor. Bir başkası "Mezheb-i iştirakiyun ile 'Esasat-ı İslamiye' yani şeriat ve Müslümanlığın esasları" arasında pek fark olmadığını, hatta Lenin’in komünizmin esaslarını İslâmiyetten aldığını söylüyor.

Sol kültürle ilgisi olmayan saçmalıklar…

10 Eylül 1920’de Bakü’de yaşananları Şevket Süreyya böyle aktarıyor kitabında.

Suyu Arayan Adam, ilkokul öğretmeni olarak yetişmek üzereyken Birinci Dünya Savaşı’nda savaşa katılan ve sonra Büyük Turan’ı kurmak yolunda Kafkas, Hazer ülkelerine koşan bir Türk gencinin hikâyesi. Yaşadıkça, gördükçe de değişimin etkisinden kendini kurtaramayan birinin kitabı…

Bu kitabı, neden daha önce okumadım diye çok hayıflandım doğrusu.

İlerici- demokrat ve sosyalistlerin okuyup dersler çıkarması gereken bir kitap…

20’li yaşlarımda okusaydım bana çok yararı olurdu. En azından sorar sorgulardım. Çevremdekileri de etkilerdim belki… Belki de bana bir tarihçi olmanın kapısını aralardı bu kitap… 10 Eylül 1920’de konuşan delegelerin sözlerindeki cehaletin nedenlerine kafa yorardım en azından.

Büyüyememek, gelişememek de cehaletten…

***

Cumhurbaşkanı S - 400, F-35 değil de ısrarla Es – 400 ve Ef -35 diyor ya…

İkide bir yerli ve milli olmaktan söz ediyor ya…

Es -400 demenin Türkçe’yle ne ilgisi var da böyle konuşur?

Bu iş, beyinle ilgili, ruhla ilgili galiba…

Cumhurbaşkanı İmam Hatipli ama dört çocuğunu da yurtdışında okutmuş.

Yerli ve millilikten söz edip koluna Hermes çanta takanların yerliliği gibi…

İsviçre markalı kol saatleri takanların milliliği gibi…

Tek Adam, Batı’nın etkisinden çıkamıyor olmalı. Hep Amerikalı gibi telaffuz ediyor sözcükleri….

40 yıllık BeMeCe’ye 'Bi Em Si' demesi cahilleştirilmiş yığınları da hiç düşündürmüyor.

Neden mi?

Seçmenin/ yandaşların düşünmesini bile istemiyorlar çünkü.

Cehaletin rantını yiyorlar.

Vatan- millet- ezan- bayrak sosuyla…

Akrep ve yılan sokar, zehirler. Tehlikelidir bu nedenle…

Benim bildiğim cehalet çok daha tehlikeli… Ne yılan sokmasına benziyor ne de akrebin zehirine…

Bin kat daha tehlikeli…

Bizimkiler 'Cehalete bayılırım' havasındalar…

***

Bugün 15 Haziran.

17 yıl olmuş emekliye ayrılışım…

Sizlere bir itirafta bulunayım.

Emekli oldum olalı gene eski günlerdeki gibi mesai yapıyor değilsem adım Pecer olsun.

Nasıl bir emeklilik bu anlamış değilim.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.