Ajans Bakırçay
2019-12-22 13:12:43

Odun

Recai Şeyhoğlu

recaiseyhoglu1952@gmail.com 22 Aralık 2019, 13:12

O gece yediği dayaktan uyuyamadı.

Sırtına yediği odunlar canını çok yaktığı gibi kahverengi kazağı gibi olmuştu derisi. Suratına yediği tokatlardan yüzü de kırmızı renkli balonuna dönmüştü.

Derslerine çalışmadığı için, tavukların yumurtalarını çaldırdığı için, çiçekleri sulamadığı için, ağılı iyi temizleyemediği için, kardeşine kol kanat geremediği için hemen hemen her gün dayak yiyordu.

Recep Efendi, kuzeyden gelmişti buraya. Daha doğrusu kaçıp gelmişlerdi. Ülkesinde savaş vardı. Kadınlara tecavüzlerin yaşandığı, çocukların boğazlandığı, tarlaların yakıldığı, kuyuların zehirlendiği / taşlarla doldurulduğu, köpeklerin/ kedilerin telef edildiği bir savaştı bu.

Abisiyle, iki kız kardeşi de köy meydanında diri diri yakılmıştı. Askerlere ekmek ve yoğurt vermedikleri için…

Samanlıkta saklanan, koca çınar ağacının tepesindeki geniş yapraklar arasında gizlenen Galinkalar bu kanlı savaştan kaçarak gelmişlerdi buraya. Tarlalar, koyunlar, inekler, tavuklar, köpekler, bahçeler hep geride kalmıştı.

Recep Efendi, o gün bugün yüzü gülmez, gözünden ateşler saçan, önüne geleni haşlayan, arkasında kalanı tekmeleyen biri olup çıkmıştı. Karısı, “Sen yüzü gülen, merhaba diyene sahip çıkan biriydin Recep Efendi, eskiye dön biraz” dediğinde suratını asan Recep, “Savaşı yaşayan sadece bendim galiba. Seni sarayında mı ağırlıyordu yoksa o çar denilen mendebur?” diye karşılık veriyordu ters ters.

Daha da ileri gitse biliyordu ki sopayı yiyecekti sırtına.

“Öleyim deyince de ölünmüyor ki…” diye mırıldandı kendi kendine.” Hem, ben ölürsem bu çocuklar bu huysuz adamın elinde gün yüzü mü görürler…”

Gün boyu iş güç ile herkes oyalanıyordu. Günden güne de ağaç dikerek, taş evleri onararak, hayvanları otlatarak yaşamlarını çekidüzene sokuyorlardı.

Savaşın yarattığı yoksunluğu ve yoksulluğu çok çalışarak yenmeye çalışıyorlardı. Gece fener ışığında taş evleri onarıyorlardı. Günü kuyumcu titizliğiyle değerlendiriyorlardı.

“Kercu’da ki gibi olacağız gene. İneklerimiz, koyunlarımız, atlarımız, evlerimiz olacak.”

Recep Efendinin sabah akşam söylediği buydu.

Mustafa’nın ve Murat’ın işi ağırdan aldığını görünce de çıldırıyordu. O vakit, yaptığı tek iş, odunu ele alıp…

Tamuna, dayanamayıp kendini öne atıyordu. “Oğullarıma vurma Recebim!”

****

27 yıl olmuştu buraya geleli. Her şeyi göze alıp kaçmıştı evden. Kardeşine planını anlattıysa da onu ikna edemedi. İlçeye gelip emniyete sığınmıştı. Henüz 9 yaşındaydı ilçeye adım attığında.

Yıllardır da buradaydı. Doğduğu, yoksulluk çektiği, dayak yediği topraklara 800 kilometre uzakta… Yurtta kalmış, okumuş ve meslek sahibi olmuştu. Hırsı, inatçılığı ve başarısı onu bir anda fark edilir hale getirmişti.

Boylu poslu, kara saçlı, mavi gözlü Murat’ın ailesini bilen yoktu ama hem işyerinde hem de kadınların dilindeydi. Kuzeyin sert rüzgârlarıyla yanmış teni ve özellikle de masmavi gözleriyle Mustafa, dairede ziyaretçisi en çok olan eğitimciydi. Çok güzel konuşuyor ve alanında yeterli biri olması nedeniyle arada bir belediyenin salonunda ‘Aile eğitimi ve çocuklar’ konusunda verdiği konferanslarla ilçe kadınlarının gözbebeği olmuştu.

Babası, annesi ve kardeşi aklına düştüğünde gözünün önüne gelen tek nesne ‘odun’ oluyordu. Ama onları ne aradığı ne sorduğu vardı. Hırsına yenilip “Günün birinde her biri adımı duyacak ama …” diye de mırıldandığı oluyordu.

Partililere verdiği bir eğitimin sonunda, Başkanın “Murat, gel seni partiye alalım.” sözünden sonra gözleri ışıldadı. Kafasında şimşekler çaktı. Gözleri güler oldu.

Babasını daha çok getirdi gözünün önüne.

Hırs, inat ve başarı… “Beni Başkan yapan bunlar oldu işte!” dedi en yakın arkadaşına.

İl’in belediye başkanıydı artık.

 Partisinin önderliğinde, ‘Eğitim- Şiddet ve Siyaset’ konusunda niçin 850 kilometre ötedeki şehirde bir konferans vermek istediğini kendisinden başka bilen olmayacaktı.

Ağzı güzel lâf yapan, yakışıklı belediye başkanı olarak nam salan Murat, konferans verdiği gün öğrendi annesinin dört yıl önce öldüğünü. Mustafa’nın da ağır bir hastalığa yakalandığını.

“Ya babam?” diyememişti görüştüklerine.

Kimseler bilsin istememişti kendisinin Galinkalardan olduğunu.

Babası hakkında öğrendiği tek bilgi, Azer adında bir kadınla evlendiği oldu. Bir arkadaşından ricada bulundu: “Evlendiği tarihi öğrenebilir misiniz?”

O gece bu şehirde konakladı. Partililerin ısrarlarına karşın o akşam kimseyle birlikte olmadı. Çocukluğuyla, annesi- babası ve Mustafa’yla baş başa kaldı.

****

Orta yaşlarda, yeşil gözlü Azer Galinka kapıyı açtığında karşısında hiç tanımadığı biri vardı.

“Evlilik gününüz kutlu olsun efendim. Size bunu gönderdiler.”

Dikdörtgen şeklindeki 60- 70 santimetre uzunluğundaki kutuyu alıp heyecanla odaya girdi.

“Evlilik günümüz için göndermişler. Çok merak ettim doğrusu.” deyip hızla kutuyu açtı.

Ağaçtan koparılmış gibi duran bir odun parçasıydı, kutunun içindeki. Ne yontulmuş ne de boyanmış…

“Gününüz kutlu olsun. Mutlu olun. Bu odunun bir belediye başkanı yarattığını da unutmayın. Mustafa.”

Mesajı okuyan Recep Efendi, “Unutur muyum hiç !” dedi kendi kendine.

Tanıyor musun onu, kim oluyor bu Mustafa?

“Benim kaybolan Mustafa değil herhalde!” dedi hiç tükenmeyen öfkesiyle.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.