Ajans Bakırçay
2020-03-24 11:05:00

Doğan Hızlan’dan İlber Ortaylı’ya

Recai Şeyhoğlu

recaiseyhoglu1952@gmail.com 24 Mart 2020, 11:05

Kürşat Başar’ın Doğan Hızlan’la ilgili kitabını okuyunca ‘Kültür ve Sanatın Cumhurbaşkanı’ unvanını taşıyan Doğan Hızlan’a hayranlığım tavan yapmıştı.

‘Sanki Bir Roman Kahramanı’ adlı kitabı okuyunca bir şövalye ile tanışmış gibi olmuştum.

Felsefe mezunu olan gazeteci- yazar ve saksafoncu Kürşat Başar’a olan sevgim- saygım o günlerden.

Şimdi, ne yazdıysa okumaya çalışanlardanım.

İzmir’de Burçin Büke’nin bir konserinde de tanışmış, bir kütüphanemizin açılışına davet etmiştim hatta kendisini.

Kürşat Başar denince şimdi hep Doğan Hızlan’ı, Doğan Hızlan adı geçince de hep Kürşat Başar’ı anımsıyorum. Belli ki çok iyi anlaşan bir ikili…

O kitapta öğrenmiştim Doğan Hızlan’ın büyüklüğünü.

Hep papyonuyla anımsadığım, beyefendi- vakur duruşuyla kitap fuarlarından bildiğim, yazılarının müptelası olduğum Doğan Hızlan’ın edebiyat dünyamızdaki yerinin erişilemez olduğuna o kitapla kanaat getirmiştim.

Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Bekir Yıldız hayranlığıma eklediğim dördüncü kişidir o.

Şu da var ki, o, diğer üçünden çok daha fazla edebiyat işçisidir/ estetidir.

İşi gücü okumak olan biri için bu sözler az bile.

Kültür- Sanat merkezlerinin girişine heykeli dikilecek biridir Doğan Hızlan.

Ne de olsa edebiyatın cumhurbaşkanı! Var mı bir ikincisi?

Doğan Hızlan’a olan hayranlığım bir başkadır benim.

Rahmetli annesine olan düşkünlüğü, dolmakalem koleksiyonculuğu, viyolonsele olan yakınlığı, kütüphaneciliğe verdiği önem nedeniyle de hep elinden öpesim gelen biri.

2007 yılının 28 Ocak’ında Manisa’nın Koldere Beldesinde 16. Kütüphanemizi rahmetli Tayfun Talipoğlu ve Öcal Uluç- Mehmet Atilla- Hüseyin Peker gibi şair- gazeteci- yazar arkadaşlarla açarken bir gün önceki Hürriyet’teki köşesini ‘Gerçek Saadet Zinciri’ başlığı altında tamamen bize ayırdığında ne kadar mutlu etmişti bizi Sayın Hızlan.

Açılışı, viyolonsel dinletisiyle gerçekleştirmiştik o gün. Ankara’dan gelen Çellist Alişan Keysan ile.

O günden sonra da yazışır olduk kendisiyle.

Onu okudukça zenginleştiğimi duyumsamışımdır hep. Öte yandan da bilgi yoksunu olduğumu…

****

Bilgi yoksunu olduğumu duyumsatan bir ikinci kişi de İlber Ortaylı.

Ne yazıyorsa okumaya çalıştığım bir tarihçi…

Kültür Bakanlığı danışmanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı danışmanlığı yapmış; Atatürk, Dil -Tarih ve Kültür Yüksek Kurumu, Tarih Vakfı, Unesco Türkiye Milli Komisyon üyeliği ve ikinci başkanlığı, Topkapı Müzesi Müdürlüğü gibi görevlerde bulunmuş akademisyen/ yazar ve gazeteci.

Kısacık bir özgeçmişi ise şöyle:

21 Mayıs 1947 Bregenz ( Avusturya) doğumlu. Annesi, sonraları Ankara DTCF ‘de hocalık yapacak olan 1918 doğumlu/ Kafkasya’dan Kırım’a gelen ( Simferopol) bir aileden… Şefika Hanım…

Babası Kemal Bey, Kırım’ın sahil şehri Kefe’den… Kefe, o günlerde Kırım Hanlığına bağlı olmayan bir Osmanlı Sancağı. Küçük İlber’e ‘ Ayakları eğrilir, deforme olur’ diye çocukluğunda hep pahalı ayakkabılar alan bir baba. Sovyetler Birliği’nde okuyup uçak mühendisi olmuş. Türkiye’de çok iş değiştirmiş biri.

Ailesiyle 1948 sonlarında İstanbul’a gelip yerleşmişler. 1953’te Ankara’da Etlik İlkokulu’na başlamış, 1958’de İstanbul Avusturya Lisesi macerası… 1962’de Ankara’ya dönüş, Atatürk Lisesi’ne giriş…

1963’te Turizm Bakanlığının mihmandarlık kurslarına katılıyor.

1965’te Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne giriyor. 4 yıl sonra bu okulu bitirip DTCF’de Yakınçağ Bölümü’ne başlıyor. 1970’te ODTÜ Şehir Bölge Planlama ‘da master yapmak üzere hazırlık derslerine girip İngilizce’yi öğreniyor. 1971-72’de Viyana Üniversitesi’nde burslu olarak araştırma ve öğrencilik yapıyor. 1973’te Ankara SBF’ye asistan olarak giriyor.

1974’te DTCF’den mezun oluyor. 1975’te Chicago Üniversitesi’ne (ABD) bursla gidip Halil İnalcık’ın yanında ikinci masterini yapıyor. Yurda döner dönmez Zonguldak’ta kısa dönem askerlik yapıyor. 1976’da SBF’de ilk derslerini vermeye başlıyor. 1977’de doçentlik tezi için Bonn’da arşivde çalışmaya başlıyor ve doçent oluyor.

13 Mart 1983’te üniversitedeki görevinden istifa ediyor.

1983’te rehberlik yaparak, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde dizi yazılar yazarak kalemiyle geçimini sağlıyor.

Paris, Viyana ve Berlin’de konuk profesörlük yapmaya başlıyor.

1989’da üniversitedeki görevine dönüyor. Aynı yılın temmuzunda profesör oluyor.

2001’de Ankara’dan İstanbul’a gelerek Galatasaray Üniversitesi’nde ders vermeye başlıyor.

2003’te Bilkent Üniversitesi’nde de derslere girmeye başlıyor.

2005’te Bilkent’ten izin alarak Topkapı Müzesi Müdürlüğüne başlıyor.

****

Özgeçmişindeki zenginliğini sayfalara sığdırmak öyle zor ki…

Tarihçi olacağını ilkokul yıllarında düşlüyor ama lisede tarih kitabı okumadığını da söylüyor.

Ülkemizde tarihi en çok okuyanlardan birinin Erdal İnönü olduğunu öğrendim kitabın 453. sayfasında.

İlk şiirlerini ilkokulda, ilk piyesini de ortaokulda yazmış.

Kendini bildik bileli sadece klasik müziği sevmiş. Piyasa müziğinden hiç hazzetmemiş. İtalyanların napolitenlerini ve Rus müziğini çok seven biri.

1947 doğumlu olmasına karşın Deniz Gezmiş ve arkadaşları gibi aktif siyaset içinde hiç bulunmamış.

Adnan Menderes için şöyle diyor; “Türkiye’yi seven, çalışkan ama cahil bir adamdı rahmetli. Kendisi, siyasi tarihin bir muammasıdır. İstanbul için de bir kâbus…”

Karl Marks için de şöyle diyor: “Marks’ın ‘Doğu Sorunu’ üstüne yazdıklarını mutlaka okumalı. Marks, çok namuslu bir Avrupa entelektüeli. Samimi bir Avrupa münevveri. Dünya görüşünü beğenin beğenmeyin… O sizin meseleniz.”

Yaşar Kemal’in oğlu Raşit Gökçeli, en iyi arkadaşlarından… Onunla bir ara aynı evde oturuyor.

Dünyanın herhalde dörtte üçünü gezip dolaşmış biri İlber Hoca. Gezip tozarken de yalnız olmayı tercih eden biri. Gezip gördüğü coğrafyaları da tarihiyle birlikte anlattığı kitaplar az değil.

Moskova’nın müzik, opera ve özellikle tiyatroda çok önemli bir kent olduğunu ve Rusya’da her yerde okuyan/ yazan ve araştıran/ düşünen insanların bulunduğunu söylüyor. Dünyadaki üç tiyatro merkezinin Londra, Tel Aviv ve Moskova olduğunu da… Giritlilerin çok uzun boylu ve oryantal olduğunu, kan davası güttüklerini/ namus cinayeti işlediklerini, Umman’ın yeşil bir ülke olduğunu/ çalışkan- dakik ve sözünde duran insanlar ülkesi olduğunu/ petrol bulduk diye şımarmadıklarını İlber Ortaylı’dan öğreniyoruz.

Özellikle İran’la ilgili yazdıklarını herkes okumalı.

“İran halkının efendiliği ve münevverlerinin inceliği beni çok etkilemiştir.” derken ekliyor: “Bize İslam medeniyetini ve dinini Araplar değil İranlılar öğretti.”

“İran çok okur. Bize göre İran, daha çok çeviri yapar, çok kitap basar. Entelektüel sınıfı buradakinden daha çok dil bilir.” diyor.

İran’a çok gidip gelmiş olan Sayın Ortaylı İran’ın geleceği için ilginç bir tanıda bulunuyor: “Orada insanlar gittikçe açılıyor ve alttan alta rejimi oyuyorlar. Onun için belki patlamasız değişecek İran.”

Frankfurt Kitap Fuarı’ndan sonraki en büyük kitap fuarının Tahran’da olduğunu İlber Hoca’dan öğreniyoruz. Bir kitap fuarında kitapları çok pahalı bulan o günlerin Cumhurbaşkanı Hatemi sayesinde kitap fuarı bir gün kapatılıp kitaplar yeniden fiatlandırılmış.

“Sayenizde ucuz kitap alacağız.” diyen İlber Hoca’ya Hatemi’nin yanıtı şöyle: “Demek biz Türkiye’ye sadece devrim ihraç etmiyormuşuz. Bizim sübvansiyonlu kitaplar da gidiyormuş.”

‘Devrim ihracı’ palavrasını uyduranlara taş atarcasına… İranlı zeki, İranlı söz ustası…

Hatemi, daha önce Hamburg’ta kültür müşaviri olarak bulunmuş / Almanca’yı iyi bilen biri…

En sevdiği şehrin İsfahan olduğunu söylüyor. Mısırlıların kültürel zenginliğini/ müthiş esprili ve zeki olduklarını/ Arapçayı çok iyi kullandıklarını bilmiyordum doğrusu…

İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça, Farsça, İtalyanca, Rusça ve Slav dillerini hem konuşan hem yazan birinden şu sözleri dinlemek çok ilgimi çekti doğrusu:

“İsrail, enteresan bir ülkedir. Moloz Avrupa üniversitelerinde okumaktansa İsrail Üniversitelerinde okumak daha çok şey öğretir. Az talebeli, bol kütüphaneli, Amerikan Üniversiteleri gibidir oradaki üniversite ortamı. Çok şey öğrenilecek bir yerdir İsrail.”

Bilimsel makale yayını konusunda İsrail’in ilk üçte olduğunu okumuştum bir dergide.

Viyana’dayken yaşadığı bir anıyı unutamıyor. “İki hocam kavga etmişti. Ne için? Rektör olmamak için…” Türkiye’deki akademik yaşamda herkesin unvan peşinde koştuğunu söylemek ister gibi sanki…

Herkesin bir bamteli olur ya… İlber Hocanın da nereye gidileceği/ ne okuyacağı ve ne yapacağı konusunda kimseyi dinlemez bir özelliği var.

Tarihçi ya… Tarihçide bazı özellikler olası gerektiğini söylüyor. Bunun başında da ‘hafıza’ gelir diyor. “Hafızası iyi olmayan birinin tarihçi olması mümkün değildir.”

Müzik, fizik, matematik, lisan gibi alanlarda da eğitimi şart görüyor. Edebiyatı, şiiri, tiyatroyu ve romanı da bilmenin şart olduğunu düşünüyor. Büyük bir iddia ile de “Biz Türkler tarih yaparız ama tarih yazmayız.” diyor.

Bir önerisi de var, herkes tarafından düşünülmesini istediği: ‘Edebiyat Liseleri kurulsun’

Üniversitelerimizi eleştiriyor. “Son derece muhafazakâr, vizyonu kıt, düşünmeyi bilmeyen adamlarla dolu” olduğunu dile getiriyor.

İkinci Abdülhamit devrinde Anadolu köylüsünün kaç bin yıllık kaderinin değişmeye başladığını söylerken, “Abdülhamit, Tanzimat döneminin kuvvetli dirayetli bir Türk hükümdarıdır. Modern dünyaya açık bir hükümdardır. İstanbul, onun döneminde bir bolluk yaşamış.” diyor.

Bir tümcesi var ki üzerinde düşünmeye değer… “Türkiye’nin bürokrasisi kasaba kafalıdır.”

“Köksüz, derinliği olmayan bir düşünce yaygın Türkiye’de. Bugünün insanları heyecanları itibariyle de ufukları itibariyle de Atatürk devrinin gerisinde.” derken birilerini uyarmak istiyor olmalı.

İlber Ortaylı, aklından geçeni pat diye söyleyenlerden…

“Çok sinirlenirsem ağır hakaretlerde bulunurum, nazik davranmam.” diyor.

Kabiliyetsiz, tembel ve bilgisiz olana tahammülü yok. Pasaklıya da… “Ciddiyetsiz insanlardan da uzak dururum. Verdiği sözü tutmayan, saatine/ vaktine uymayan insanlardan uzak kalırım.” diyor. İntihalcilerin bizim toplumda çok yaygın olduğunu söylüyor. Hatta böylelerini teşhir etmekten yana.

Bir de kinci yanı var. “Ben doğrusu kin tutarım. Yani birisiyle çatıştığımı pek unutmam. Mel’unun birine niye yufkalık yapayım ki…”

Değerli bildiği kim varsa hep onların peşinde koşmuş. Bu nedenle Türkiye’nin, bilim- sanat-din-siyaset, iş dünyası ve edebiyat alanlarında isim yapmış kişileriyle çok yakın ilişkiler kurmuş.

Çok beğendiği bir özelliği, dinlemeyi bilen biri olması… “Çok konuşurum ama çok da dinlerim.” diyor.

Osmanlı Hanedanıyla, devlet yöneticileriyle oturup kalkmışlığı çok.

“Bizim sistemimizde bir aristokrat tabaka yok.” diyor. Daha önce Zülfü Livaneli’den dinlemiştim bunu.

Padişah çocuklarının eğer erkekse düğün yapmadığını ama kız ise düğün yapıldığını Tarihçi Ortaylı öğretiyor bize. Doğrusu şaşırdım. Böyle olduğunu bilmiyordum.

“Padişahların babalarını biliyoruz. Ama şehzadelerin anneleri için çok şey bilmiyoruz.” diyen o.

İlkokul öğretmenleri her şeyi bilir ya… Tarih, matematik, fen bilgisi, coğrafya, beden eğitimi, resim…

İlber Ortaylı’nın şu sözünü okuyunca gözümün önüne geldi öğretmenlik yıllarım.

“Ben her şeyi bilenlere kızarım.”

Resim yapmasını hiç bilmeyen ben, resim dersi yaptırıyordum öğrencilerime. Hiç mi hiç iyi resim yapabilen bir öğrenci de yetiştiremedim tabii ki. Beden eğitimi derslerinde de sürekli yakan top oynatıyordum öğrencilerime. Eğlenceli oluyor diye…

Öğretmeniz ya… Her şeyi bileceğiz. Bilecekmişiz…

Güncel bir konu olması nedeniyle düşünmekte çok yarar var onun şu sözünü: “Bütün iltica edenler çok daha milliyetçidir.”

Gözümün önüne Has Parti Genel Başkanlığından ve Demokrat Parti Genel Başkanlığından AKP’ye geçen ve herkesten çok AKP’li olan iki siyasetçi geliverdi.

En yaman AKP’li seçimi yapılsa herhalde o ikisinden başkası birinci ve ikinci seçilemez.

Ağrı’da da sanırım en büyük AKP’li, CHP’den transfer edilen/ ya da AKP’ye geçen o Deniz Baykal hayranı kişiden başkası olamaz.

İltica edenlerle parti değiştirenlerin psikolojilerini hiç merak etmiyorum doğrusu. Yurdum, bunun zengin örnekleriyle dopdolu zira.

Şurası kesin ki çok iyi bir öğretmen Tarihçi İlber Ortaylı.

“Talebesini ayıran adamın muallimlikle alakası yoktur. Bir muallim, öğrencilerine “çocuklarım” diye bakmalıdır. Benim kültürümde talebe çocuktur.”

Bu özelliğini annesinden almış olmalı. Annesi, DTCF’de öğrencilerine civcivleri gibi bakarmış. Çünkü öğrencileri onun için birer çocukmuş.

Yüzümüze ayna tutuyor İlber Hoca. Diyor ki, “Bizim Türkler susar. Herkes her türlü yolsuzluğa karşı susar. Çünkü, ileride kendi de yapacak da ondan!”

Hayatı boyunca yürümenin dışında hiç spor yapmamış olan İlber Ortaylı, ezberci eğitim sisteminin öğrenciye bir şey kazandırmadığının söylendiği bir zamanda “Her türlü bilginin kaynağı ‘ezber’dir.” diyor. Ezbersiz bir şey öğrenmenin mümkün olmadığını söylüyor.

Anneleri babaları uyarıyor: “Çocuğa balık vermeyi/ yedirmeyi değil balık tutmayı öğreteceksiniz. Sabah kahvaltı veremeyeceğiniz, akşam masal anlatıp öpemeyeceğiniz çocuğu dünyaya getirmeyin.”

Ayvalık’taki tarihi ve tarihi olduğu kadar harikulade olan iki kilisenin camiye çevrilmesini yadırgamışımdır. Camiye çevrilmiş olsalar da mimarisi itibariyle birer kilise oldukları ayan beyan ortada olan bu kiliseleri ziyaret eden Hıristiyanların çokluğuna her yıl tanığım. Büyüleyici birer mimariye sahipler çünkü.

İlber Hoca, “Kural olarak semavi dinlerin ibadet yerleri hep eski putperest mabetleri üzerindedir. Bütün dünyada eski Yunan mabetleri ve Roma mabetleri üzerine kiliseler kurulmuştur. Kiliseyi cami yapmak, sırf İslamiyet’e has değildir. Bu, umumi bir teamüldür.” diyor.

Bence bu teamül değişmeli. Değiştirebilecek tek kişi de o!

İlber Ortaylı, her kesimden herkesin kulak verdiği ve sevdiği bir kişi çünkü.

****

Doğan Hızlan ve İlber Ortaylı Türkiye’nin iki yıldızı. Sönmeyen iki yıldızı…

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.