Ajans Bakırçay
2025-10-08 11:24:00

İsviçre’de bir sandviçin paylaşım biçiminden ortaya çıkan yüksek “Sosyal Adalet” anlayışı

Dr. Hüseyin Ali Sadruleşrafi

08 Ekim 2025, 11:24

-Hukuki Araştırmalar-

İsviçre’de bir sandviçin paylaşım biçiminden ortaya çıkan yüksek “Sosyal Adalet” anlayışı

Tevatür odur ki, 1958 yılı İsviçre parlamentosunda “Sosyal Adalet” konulu Anayasa taslağı görüşüldüğü sıra Meclis Başkanı bir restorana gider. Orada öyle bir olaya tanık olur ki, mecliste görüşmelerin gidişatı değişir. Böylece, İsviçre dünyanın en yüksek standartlı sosyal adalet anlayışı ve seviyesine ulaşır.

Meclis Başkanı der ki, oturduğum masanın bitişiğinde bir kişi iki oğluna bir sandviç aldı. Masanın üstüne getirip koydu.

Birincisinden sandviçi yarıya bölmesini istedi.

İkincisine sen seç dedi.

Bu babanın terbiye ve adalet yaklaşımına şaşıp kaldım. Şöyle ki, eğer birincisi bilerek eşit şekilde bölmediği zaman ikincisinin öncelikle seçme hakkı vardır.

O kişinin davranışından anladım ki;

Kanun, babadır.

Devlet, birinci oğuldur.

Millet, ikinci oğuldur.

Buca – İzmir / 25. 5. 2021

***

-Hukuki Araştırmalar-

Partizan Menfaatler Nelere Mal olur

Buca – İzmir / 3. 2. 2024

Değerli dostum ve meslektaşım Anayasa Profesörü Zafer Gören Aksoy aralıklarla 10 yıl boyunca (1972-1982) hocaların hocası eşsiz insan mükemmeliyetçi Alman Profesör Ernst Eduard Hirsch ile yazışmıştır. Ödünsüz önderliğinin yanı sıra, sıradan hoca-öğrenci ilişkisinin ötesinde olan anılan mektuplar, Türk-Alman hukuk tarihi bakımından çok önemli ve anlamlı kesitler taşımaktadır. Özellikle “Hukukçu farkın farkında olan kişidir” özdeyişimin yüksek derecelerini sergilemesi açısından belirleyicidir. Başlı başına korunması gereken tarihi değere sahip belgeler niteliğindedirler.

Türk insanı sevgisiyle dopdolu olan ve uzun ömrü boyunca aynı kalan ve edindiği Türk vatandaşlığıyla övünen ödünsüz vazife aşığı yüce gönüllü hoca “Ebedi ve ezeli bir buyruktur” diyerek “Her yerde bulutlar vardır. Bununla birlikte herkes işini ve vazifesini yerine getirmelidir” der. Zira “İnsanın vazifesi hayat güçlüklerine galebe çalmaya uğraşmaktır. Uğraşmadan zafer kazanılmaz”. Üstlenen görevi yerine getirirken hakiki adalet ve gerçek eşitlik adına “Herkese aynını değil herkese hak ettiği vermelidir” diye gerçek adalet ve eşitlik kriterinin şaşmaz ölçüsünü vermiştir (age, s. 9, 60).

Yaşamı süresince “Geldiğin yeri unutma sakın” diyerek gerçek vatanseverliğini ortaya koyup öğrencilerine önderlik yapmıştı.

Gönülden Türk ve Türkiye dostu olan hoca Türkiye’de geçirdiği 20 yıla ilişkin hatıralarında alçak gönüllülükle Türkiye’ye neler verdiğini değil, Türkiye’den ve Türklerden neler aldığını anlatıp, Türklerin sıcak dostluğuna her zaman vefa beslemiştir. Nitekim bir yazısında sırf Türkiye’den getirilen -deyim yerinde ise kuru- selam, sevgi ve dostlukların yaşamında yaptığı kuvvetlendiriciliği hakkında mutluluğunu şöyle dile getirmiştir: “Türkiye’den getirmek lütfunda bulunduğunuz ‘kucak dolusu selamlar, iyi dileklerden’ dolayı bilhassa… sıhhatim pek çok kuvvetlendirilmiştir” diyerek cömertçe itirafta bulunmuştur(s.44). Hatta bundan daha tetikleyici bir durumu açığa vurur. Türk gençliğine iyi dilekte bulunurken şöyle der: “İşgücüm zayıflamak üzeredir. Bana daima yeni kuvvet veren Türk gençlerinin bana karşı besledikleri itimat ve muhabbettir. Sağ olun” (s.60)

Gerçek Türk dostu olan seçkin hoca bundan yarım yüzyıl önce 16. 12. 1974 tarihinde meslektaşım diye yazdığı bayram ve yeni yıl kutlama mesajında ibret dolusu düşüncelerle şu uyarıda bulunmuştur: Azizim Zafer hanım “Partizan menfaatler milletin menfaatlerinin fevkinde kaldıkça Devletin dış itibari ve gücü azalır. Herkes kendi çorbasını pişirmeye kalkarsa, herkes aç kalır”(Gören, Zafer, Prof. Dr. Ernest E. Hirsch’ten Mektupler, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi, İzmir, 1998, s. 37-38).

Sorarım: İçinizden Türkiye Cumhuriyeti’nin öyle korkunç kıskaca sokulmadığı ve girdaba sürüklenmediğini kim söyleyebilir?

***

-Hukuki Araştırmalar-

Türk ve Türkiye Dostu Prof. Ernst Hirsch

Buca – İzmir / 27. 1. 2024

Türkiye Cumhuriyetinin 10. ve 50. yıldönümü törenleri, şenlikleri ve ziyafetlerine katlıma şerefine erdiğini belirten Türk ve Türkiye dostu Alman Prof. Ernest E. Hirsch, ülkemizde geçirdiği kısa davet süresinde her yerde gördüğü yoğun kabul, bağlılık ve muhabbetleri kendisi için en büyük ödül (mükâfat) saymıştır.

1974 tarihinde öğrencisi Prof. Muammer Aksoy, Başbakan Bülent Ecevit’in direktifi üzerine Kıbrıs Türk tezini savunma amacıyla hazırladığı rapora, yardım etmenin ötesinde önemli ‘önsöz’ (Geleitwort) yazan hoca, Türkiye’nin anılan tarihlerde gün geçtikçe içine yuvarlandığı iç kargaşa ve karmaşa durumuna dair olaylara sonsuz üzüntü duymuştur. Hollandalı Profesör Alkema “Prof. E. Hirsch Türkten daha fazla Türktür” betimlemesine uyan ülkemizin yaşadığı karmaşaya hayıflanırken ilginç tespitte bulunmuştur:

Bunun üzerine “Türkiye’den sık sık aldığım gazete ve dergilerden kazandığım intiba şudur ki… Atatürk’ün resmi duvarlardadır, fakat galiba Türk gençliğinin ve Türk politik adamlarının yüreklerinde yalnız nadiren yaşamaktadır. Büyük yazıklar olsun! Atatürk, eserini Türk gençliğine emanet etti. Öyle değil mi? Meşhur ‘Nutuk’ adlı siyasal ‘muhasebat’ raporunun ve vasiyetnamesinin sonuç kısmı … Ey Türk Gençliği… Her ne olursa olsun, Tanrı koruyucumuz olsun”(age, s. 57-58) diye yazmıştır.

Son olarak Türk ve Türkiye’yi uyarırken gerçek dost olarak şöyle silkelemiştir: “Türkiye’den aldığım gazete ve şahsi mektuplar pek hoş havadisleri muhtevi değildir. ‘Meydan’ dergisi’nin mart sayısı ve son iki ‘Yankı’ mecmuası Türkiye’yi seven beni pek karamsar hale getirmiştir. Nereye gidiyorsun Türkiye?(Quo vadis Türkiye?)”(s. 59). 

***

-Hukuki Araştırmalar-

Ceza Hukuku

Buca -İzmir 14. 2. 2024

Çilekeş hukukçu rahmetli Baha Akel, elli yıllık erdemli yargıçlık, savcılık, Cezaevi – Tevkifevleri müdürlüğü ve avukatlık gibi önemli hizmetlerle dolu geçen görkemli meslek yaşamına ilişkin hatıralarını “Bir Adliyecinin Anıları” başlığı altında 1993 yılında -tefrika halinde- Sabah Gazetesi’nde yayınlamıştır. Aradan tam 30 yıl geçmiş. Kriminoloji ve Ceza Hukuku tarihi ve kültürümüz açısından oldukça ilginç olan, bazen gülümseten (tebessüm ettiren) bazen (gah) düşündüren nostaljik anılarından bazı konu, olay ve uygulamaları yeni nesil hukukçularımızın bilgi ve bilincine sunmayı uygun buldum. Hatıraları yâdeş be-heyr…

Cezaevi Uygulamaları: Cezayı Mahkuma Uygulattım

“Pazar akşamı, bazı hükümlülerin barakaların ardındaki tepeye tırmanıp ‘bir yerlere’ kaybolduklarını gördüm. Bir kovuğa girip bir şeyler seyrediyorlardı. Ben de sokuldum. Dört-beş kişi oturmuş, etraflarına kahve fincanı tabakalarına konulmuş mumlardan bir halka, barbut atıp kumar oynuyorlar…. Kendilerini seyre koyulduğum sırada birisi “Arkadaşlar aramızda yabancı var galiba” dedi. Yerde oturanın önerisiyle tabaktaki mumu uzatıp yüzümü gördüler”. Işığı tutan “Buyurun cenaze namazına…” haykırdı. Onlar önde ben arkada cezaevine geldik. Gardiyanları ve jandarmaları çağırdım. Odamda ‘divan’ kurdum. Kendilerine “Beşer gün katıksız hapis ve 30 ar sopa” teklif ettim. Sonuçta “3 gün hapis ve 15 sopada” anlaştık”.

“Cezanın ‘sopa’ kısmını, gözümün önünde birbirine attırarak ifa ettiler. Kimseden ses çıkmadı…. Bu vesile ile şahsi bir müşahedemi belirtmek isterim; 20-30 yıl hapse mahkum olmuş birine, işlediği başka bir suçtan dolayı birkaç yıl hapis cezası vermenin etkisi olmuyor. Hükümlü 15 yılı nasıl dolduracağını hesaplayamazken buna bir yıl eklemenizle ilgilenmiyor. Ancak hemen tatbik edilen ‘cismani’ bir ceza kendisini müthiş yıldırıyor. İki üç kişiyi gözünü kırpmadan öldürmüş katillerin üç-beş sopa yememek için çocuklar gibi titreyip ağladıklarını çok gördüm”.

“Ne var ki, ‘cismani ceza’ kanunen yasaktır. Çünkü bu cezanın tatbikinde görevi kötüye kullanmak ya da şahsi çıkar uğruna bu yola sapmak gayet kolaydır. Bu bakımdan, kanun koyucunun konu üzerine eğilip sulh hâkimi kararı ve doktor nezareti altında ‘cismani ceza’nın tatbikinin yararlı olup olmadığını araştırması gerekir. Şurası da muhakkaktır ki, zamanında vurulan birkaç sopa bazen bir cinayeti önler ve bazılarını katil, bazılarını da maktul olmaktan kurtarabilir” (Sabah Gazetesi, 12 Nisan 1993 Pazartesi, s. 6).

***

-Hukuki Araştırmalar-

Cezaevi Yaşamı

Buca -İzmir 14. 2. 2024

Değerli hukukçu Baha Akel elli yıllık meslek yaşamına ilişkin hasretli anılarında her okuyucuyu gülmekten geçiren (tebessüm ettiren) ilginç olduğu kadar inanılmaz da olan en uç ciddi olaylardan birini anlatmıştı. Üstelik masum iki üst yetkiliyi içinden çıkılmaz biçimde korkunç töhmet ve zan altında bırakarak… Oluş biçimi bakımından belki dünya cezaevleri tarihinde benzerine hiç rastlanmayan ve bu yüzden soruşturmacıları çaresiz bırakan, soruşturmayı çıkmaza sokan olağandışı olay, aynı zamanda düşünülemeyen sivri zeka ve eşsiz çalışkanlığın tehlikeli ürünü olarak tarihe geçmiştir.

Erkeksiz Hamile!

“Ceza ve Tevfik Evleri Genel Müdürlüğü her gün duyulmamış yeni olaylarla dolu olan bir teşkilattır. Bir vilayet savcılığından, cezaevi müdürü ve kadın mahkûmlar başgardiyanı hakkında şikayet geldi. İki yıldır cezaevinde yatan bir kadın mahkûmun doktor muayenesinde 4 aylık hamile olduğu saptanmış. Bizde, eşlerin belirli zamanlarda buluşturulması gibi bir kural bulunmadığına, kadın da ‘Hazreti Meryem’ olmadığına göre, çocuğa bir baba ve bu olaya da bir sorumlu aranmaya başlanmış. Yapılan soruşturmada cezaevi müdürü de, başgardiyan da tutuklunun hiçbir erkekle buluşmadığını “yemin-ı billah” tekrar edip duruyordu. Ortada hiçbir kanıt yok, ama çocuk da ana karnında büyüyor... Bu sırada insafa gelen mahkum kadınlardan birinin ihbarı sorunu aydınlattı.

Akla Gelmeyen Hınzır Zeka

Akıllara durgunluk veren olay şöyle gerçekleştiriliyormuş: “Gece el-ayak çekildikten sonra koğuştaki ranzalardan biri duvara dayanıp üzerine bir iskemle konuluyor ve genç anne üzerine çıkarak tavan yüksekliğindeki pencere parmaklığına yaslanıyordu. Dışarıdaki jandarma eri de her nasılsa avluda unutulan merdiveni pencereye dayayıp yukarı çıkıyor, kadın arkasını pencereye yaslayınca mesele halloluyordu. İşin en ilginç yanı, koğuştaki bütün kadınların aylarca bu işe seyirci olup sır vermemeleriydi. Bereket, içlerinden biri tahliye olduktan sonra, “adının verilmemesi” isteğiyle meseleyi açıkladı da cezaevi müdürü ve başgardiyan iftiraya uğramaktan kurtuldular”(Sabah Gazetesi, 6 Nisan 1993 - Salı, s. 6).

Kısadan Hisse:

Azizim Mustafa Kemal Atatürk “Türk zekidir, Türk çalışkandır..” dediğinde, okumamışların bu denli zeka ve çalışkanlığı hiç, hem de hiç aklına gelmemiştir!!!

***

-Hukuki Araştırmalar-

Ceza Hukuku

Buca -İzmir 10. 2. 2024

Bir Çocuğu Katil Olmaktan ve Bir Kimseyi Ölümden Nasıl Kurtardım

Uzun onurlu hukuk geçmişinde Baha Akel Bey karşılaştığı pek çok suç dosyası ve girift olaylarla karşılaşıp, çoğunlukla etkin önlemlerle yatıştırıcı ve çözümleyici roller oynamıştır. İşte onlardan biri yukarıda değinilen olaydı:

Beni Öldürecekler…

“Kozlu Cezaevi Başgardiyanı 1941 Mayısında bana başvurarak bir mahkûmun özel konuşma isteğini iletti. Kendisine ertesi gün için randevu verdim. Mahkûm geldi, derdini anlattı: ‘Kan davası yüzünden buradayım. Hapiste yatma sürem 15 yılı geçti. Yakında salıverecekler. Ancak akrabalarımdan haber geldi. Karşı aileden … adlı biri Zonguldak’a gelmiş, beni öldürecekmiş. Kozlu’da dolaşıp fırsat kolluyormuş…’ dedi. İfadesini aldıktan sonra polise önlem alması için yazı gönderdim. Mahkûmu da, Kozlu’ya 30 kilometre uzaklıktaki Üzülmez Cezaevi’ne naklettim…”.

Katil Adayı Kararlı: “Polisten gelen cevapta ‘O kişiyi bulduk. Adam olayı tamamen inkar ediyor. Üzerinden silah ya da tehlikeli bir alet çıkmadı’ deniliyordu. Bu sırada Üzülmez Cezaevi Başgardiyanı telefon etti. Aynı mahkûm kendisine başvurarak ‘katil namzedi’nin bu defa da Üzülmez’de dolaştığını öne sürmüş. Kendisini Merkez Cezaevi’ne aldık. Aradan pek fazla zaman geçmemişti ki, Merkez Cezaevi Başgardiyanı tekrar gelerek ‘Katil adayı buralarda dolaşıyormuş’ dedi”.

“Elimizde devamlı jandarma bulunmaz. Odamda otururken kapı açıldı: Başgardiyan ‘işte aradığınız adam bu…’ dedi… Yaşı küçük olan katil hem fazla ceza yemiyor, hem de evi barkı olmadığından ‘cezaevi bakımı’ ucuza geliyordu. Kendisini sorguya çekmeye başladım. Zonguldak’ta iş bulmak için geldiğini iddia etti. Oysa cezaevindeki mahkûm ‘katil namzedi’nin aileden varlıklı olduğunu söylemişti. Bu tarzda konuşurken birden bire karşımdaki kimseye ‘Bana bak, adam öldürürsen, hem bunun günahını taşırsın, hem de bedelini hayatınla ödersin’ dedim. Delikanlı sözlerime güldü. Müdür Bey, daha 16 yaşındayım. Hangi kanun benim asılmama karar verir?dedi”.

“Bunun üzerine, yanımızdaki başgardiyana ‘katil namzedi’nin aşağıya alınıp biraz ‘ıslatılmasını’ söyledim ve sonra yine bana getirmelerini istedim. İkinci gelişinde ‘Seni her yakaladığımızda sopa adedini attırarak döveceğiz’ diye ihtarda bulunarak kendisini saldım. Ertesi gün polisten rapor geldi, katil namzedi vapura binip Zonguldak’tan ayrılmış. Bildiğim kadarıyla bir daha dönmedi. Yaptığım işin doğru olmadığını biliyordum. Ancak bir kimseyi ölümden, diğerini de katil olmaktan kurtarmıştım” (Sabah Gazetesi, 12-13 Nisan 1993, s. 6).

***

-Toplumsal Araştırmalar-

Buca -İzmir 15. 2. 2024

20. yüzyılın en başta gelen idealist Türk düşünürlerinden olan prensip sahibi Mühendis Kâzım Taşkent 1894 tarihinde Preveze şehrinde doğdu. Birinci Dünya savaşına katıldı. Savaş sırasında haberleşme alanında gösterdiği üstün yararlıklar nedeniyle dikkat çekti. Genç yaşta Atatürk ve İsmet İnönü’nün takdirlerini kazanan Kâzım Taşkent Alpullu, Eskişehir ve Turhal Şeker Fabrikalarını kurup işletmeye soktu. 28 yıl sürecek yeni çalışma döneminde -bankacılıktan anlamazken- zamanının önde gelen bankalarından olan Yapı Kredi Bankası’nı kurdu. Ardından İsviçre’de çocuk yaşta bir kazada ölen oğlu Doğan (10 Nisan 1939 - Pazartesi)’ın ad ve anısına başat kültür kuruluşu olan ‘Doğan Kardeş’ dergisini yaşama geçirdi.

85 yaşın tedirginliğiyle bir ömrün özümsemesi (usaresi) olan duygu, düşünce, görüş, gözlem, intiba, izlenim, öğreti, öğüt, özdeyiş, kurallar, değer yargıları, yaşam felsefesi, yorum ve bilahare 40 yıldan beri titizlikle tuttuğu notlarını derlemeye başlarken “Yaşım ilerledikçe korkmuyorum ölmekten, ama, yaşadığım dönemin notlarını insanlara ulaştıramazsam yanarım” diye iç geçirir (17. 4. 1978). Ardından “Bunlar benim hayatımın düşünceleridir, duygularıdır, tablolarıdır. Ve onları benden sonra yaşayacaklara açmak istiyorum” yazar (5 Ağustos 1979).

Söz konusu yadsınamaz ulvi amaçlarla yazarın üstün yaşam felsefesini topluca özümseyen düşüncelerini “Yaşadığım Günler - Yaşantı” başlığı altında Yapı Kredi Yayınları arasında Haziran 1980 tarihinde İstanbul’da yayınladı. Adeta uçsuz bucaksız engin denizi, benzersiz fikri bir hazineyi andıran eşsiz eser, her çağda, her kuşağa, her insan ve topluma yol ve yordam gösterecek niteliktedir. Bu bakımdan derinsel düşünce külliyatıdır. Bu yüzden üzerinde titizlikle durulup derinliğine düşünülecek başyapıt durumundadır. Nitekim değinilen özellikleri dolayısıyla 2012. yılında kurban bayramının ikinci gününe -Cumaya- rastlayan 26 Ekim (2012) tarihinde satır satır, sindire sindire okumaya başladığım derinsel kitabı halâ da bitirebilmiş değilim. Ogün bugündür okuma ve incelemelerim aralıklarla devam edip gitmektedir.

Düşünür “Cennet olarak dünyayı bilirim” başlığında “Köylüsünden en üst mevkilerinde yöneticisine kadar her sosyal sınıftan insanla ilişkilerim vardı… Uygarlık toplumsal bir çabanın ürünü idi… Bu nedenle Atatürk’e bağlılığım arttı. Atatürk büyük bir ortam hazırlayıcısı, bir iklim yaratıcısı idi”(s. 105). Ne var ki erken öldü, ardından gelenler ise onu doğru dürüst takip etmedi. Bu yüzden aziz “Atatürk’ün büyük bir bütünlük yaratma idealine hayli uzak bir mesafedeyiz”(s. 106).

Genellikle insanı başlı başına bir ilim konusu olarak incelemeye başlayan yazar (s.90), doğulu – batılının sırlarının yanı sıra, ülkemiz ve insanlarımız hakkında sayısız bilinmesi ve önemsenmesi gereken çarpıcı değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur. Aşağıda özgün görüşlerinden anlamlı bir demeti değerli okuyuculara sunmayı görev sayıyorum:

11 Temmuz 1946- “Benim memleketim garip bir diyardır. Zaman olur, yıllara sığdıramayacak işleri bir günde yapmaya hevesleniriz; zaman olur, bir günlük işleri yıllar boyunca başaramayız”.

8 Kasım 1947- “Bizim insanımız, tek olarak, diğer insanlardan pek farklı değildir. Sadece şu var: İleri ülkelerin insanları, birleşince yeni bir güç yaratırlar, bizim insanımız bir araya gelince yığınla dert doğar. Yani biz, toplum olarak yaşama uyumu sağlayamamış bir milletiz”.

11 Ekim 1949- “İnsanımızın büyük bir eksiği vardır. İyi bir düşünceyi belirtince ya da o konuda bir nutuk atınca, sanki gerçekleşmiş gibi davranmaya başlar”.

16 Ekim 1962- “Bizim insanımız doğanın verdiği üstün niteliklere sahiptir. Gözü keskindir, kulağı deliktir, sinirleri sağlam ve duyarlıdır. Ama bütün bu özelliklerini tarih boyunca, kendi korunmasından çok, başkalarının korunması yolunda kullanmıştır”.

26 Aralık 1963- “Benim milletim Picasso’nun tablolarına benzer. Bu renk ve şekil istifi, sadece büyük bir ustanın elinde güzel bir tablo haline gelebilir”.

11 Eylül 1964- “Türk’ün, diğer doğulu insanlarından çok fazla uyum yeteneği vardır”.

14 Şubat 1968- “Türk, sever, itaat eder fakat inanmaz. İnandığı zaman, harikalar yaratır”.

15 Temmuz 1969- “Bizim insanımız, biraz heveslendirilince, iyinin değil en iyinin peşine düşer, hatta onu elde de eder; fakat sonra en iyinin öylesine değerini bilmez ki, günün birinde ona düşman bile kesilebilir”.

8 Ağustos 1969- “İnsanlarımız, en iyi sandıklarının arkasından gidip hüsrana uğramaktan bıkmamıştır. O kadar saf ve iyidir”.

15 Eylül 1969- “Türk’ün kafasına giden yol, gönlünden geçer. Batılının da gönlü vardır ama, gönül gözleri yoktur; o kafası ile bakar ve yolunu bulur”.

27 Ekim 1972- “Biz toplum olarak öyle bir vatanda yaşıyoruz ki, Doğuya giden yolları iniş, Batıya giden yolları yokuştur”.

15 Mart 1973- “Bizim insanımızın şahlanması için, içine düştüğü durumun dayanılmaz hale gelmesi gerekir”.

Doğulu insan ve toplumların en belirgin özellik ve vurdumduymaz yaşamsal ciddiyetsizliğine öyle el basar ki, insanı kemiklerine kadar yakar: “Doğulu insanlar tehlikeyi sezdikleri zaman değil, tehlikeyle karşılaştıkları zaman da değil, tehlikenin kendilerini yok edeceğini anladıkları zaman birleşmeyi düşünürler. Çıkarları olduğu yerde de birleşirler ama beraber yaşamla beraber sömürü de başlar”(s. 163).

Yorumlar (1)

Prof. Dr. M. Şerefettin Canda 2 Ay Önce

Sn. Hüseyin Ali Saduruleşrafi'nin çok ilginç bilgiler içeren yazılarında en çok ilgimi çeken şu sözler oldu: “Doğulu insanlar tehlikeyi sezdikleri zaman değil, tehlikeyle karşılaştıkları zaman da değil, tehlikenin kendilerini yok edeceğini anladıkları zaman birleşmeyi düşünürler. Çıkarları olduğu yerde de birleşirler ama beraber yaşamla beraber sömürü de başlar”

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.