Ajans Bakırçay
2025-07-18 11:36:02

Bakırçay Döngülenirken  

Burak Ülker

18 Temmuz 2025, 11:36

Konar daldan dala da kakaç, en güzel ağacı çentmeye. Bulur kınalı dudu da gayrı, ondan hiç ayrılmaya. Bir kabaca yaprağını pek beğenir. Nazikane deliverir yaprağı üç beş. Sapını da ayırıverir dalından kakaç ki karışsın Bakırçaya. Yapraktır bu ya, açılınca döner dellenir. Allahtan ki bir dikenli kuzey rüzgarı, onu nicedir koyulup duran suya kondurur. A yüzüp duran delikli yaprak, kuzey rüzgarından korkarsın da korkmaz mısın Abdülhamidin istibdatından? Bir sürü hafiyeyi de görmezden gelip böyle ışık oyunu edersin Bakırçayla güneşe karşı.

Yaprak bir yolunu şaşırsa da Selinosa karşı onun yolundan akıp çıksa, Üçkemer köprüsüne gelse; Ali de Barba da fark edecekti onu. Barba Aliden gizli takacaktı bu yaprağı Küsümün buğulu saçlarına hakikaten. Ne var ki ne delice delik dikenli dut yaprağı bu akışı aşabildi ne de Aliyle Barba Üçkemerde vakit öldürdüler.

İki Aşna

Lökçülerin Ali derler bana da. Şu Barba yapmayacaktı bunu. O kadar hukukumuz var. Beraber çalışmadık mı güneşin alnında, pamuk başında hem tarlada hem tezgahta? Kahvede oyun oynamadık mı beraber? Tavşan vururken de hep birdik. İlyas, Halil, Miki de vardı. Neymiş. Bergama evvelden ezelden Helen toprağıymış. Dedim, o zaman Rumların da değilmiş, ne lafını ediyorsun? Müslümanlar da kaç asırdır burada değil mi? Yeni mi aklınıza geldi Helenlik. Bildim gayrı. Bu kavga pek yeni çıkma bakımından, ama pek de geri olma bakımından. Biz işimize gücümüze baksak, kardeş kardeş oturup gitsek desem, ne der ki. Ah Barbam ah… Nasıl da kaçırdıydın beni sünnet olacağım gün. Maltepenin içine saklandıydık, arkamızdan Küsüm de geldiydi ağlaya ağlaya. “Siz nereye giderseniz ben de arkanızdan gelirim” dediydi. Barba kız kardeşime aşık taa çocukluktan beri bilirim. Barba bunu her açayım dedikçe bana, her seferinde sevi çanına ot tıkadım. O da benim farkındalığımı biliyor ya, cilve yapıyor. Küsümün de meyli var herhalde. Amma ve lakin babam, amcamlar, anam, belki de ben kendim. Ne bileyim ben be işler olacağına varır.

Ben Barbaki vre. Toplarim pamugi Arapli ovasindan beyaz mintanima, beyaz mintanlar etmeye. Zeytuni indirdiyim gibi yaslica agacindan ki ola altin saçli yagaki. Ah Alimu ah… Biz olduk Heleniki, lakin bilmezik kimin Pergamoni. Gonulde anavatana baglanmak yatar. Lakin ayni gonlumuz der ki ne Peloponezi ne de Tasaloniki ille de Anaatoli. Ah Hriste, voithise mas… Fili mu, fili mu (1). Barba ayirir mi ki Halili Mikiden, Nikozu İlyasten ve kendini Aliden. Ve kale Kusumia, tatli balden, sevgili kalpten. Az mi Epitafyoz tasidik beraber. Hatirlarim. Otan imastan pedia (2), Kiryaki ton vayon’da dallari yapraklari toplar idik, ev ev dolasir idik. Hiç umurumuzda deyil idi, bu ev Hristiyanmis bu ev Müslümanmis yahut bu ev Musevi imis. İste ayni umursamazliktir Alimu bendeki. Kuruldu ise de Ellada ve kurulacaksa da Turkiya; bu birbirimizden deyil, yorgun Osmanliden ayrilisimizin gamoslari (3) olsun. Bana ne Angliaden (4) var fayda ne Germaniaden (5) ne Galiaden (6), bana senden var Alimu fayda senden…

Kızıl Karar

Sarmalanır da sarmalanır pamuk çekirdeğine. Araplı ovanın pamuğu Düzyatanınkinden iyicedir. Lakin bütün ırgatlar ırgalana ırgalana toplamıştır pamuğu, epeydir Bergama ovalıklarında. Genci yaşlısı erkeği hatunkişisi. Bu bereketli topraktan ki çoğu evladının nafakasını buradan çıkarır. Pamuk ne zaman ki tarlada toplanır harara, Bergamanın bütün evlerine getirilir. Evde hörekelerde eğrilir, çoluk çocuk, gürbüzü arığı sabahlara kadar çalışır. Akça iplik İnceciğin sütünü andırarak meydana gelsin diye, böylece de iaşemiz çıksın ve hayatımızın esenliği sürsün diye. Bu Bergama ahalisinin çoğunluğunun işi olmuştur bunca senedir. İşte bu akça ipliktir tüm topraksız Bergamalıları açlığın kapısından döndüren. Budur. Hayat bağışlayan ipliktir bu. Sadece bu da değildir. Topraksız ahalinin hayatı çoğaltan elleri pamuğu kozadan çıkarır, mahlic eder de bir de ipliği tezgahta dokur. Düşün bir, tohumdan beze dans eder. Düşün bir, alaca emek tutar da yaratır. Toplar da yaratır anla gayrı. Budur. Dünya bağışlayan emektir bu.

Fakat iplik fabrikasının biri yetmezmiş gibi ikincisinin açılması ahaliyi tarladan tezgaha iyiden iyiye kızdırmıştı. Diğer taraftan da, bütün Bergama eşrafı yaklaşan tehlikenin farkındaydı. Ne zamandır kaymakamlıkta Müderris Dericili Hocanın başkanlığında istişare edilmekteydi. Bütün eşraf ve hocalar, açılan fabrikanın Bergamaya ticari faydası ezgisini mırıldanmakta ve nihayetinde halktan doğan bu tehlikenin derhal giderilmesi türküsünü okumaktaydı. Bu işin şefliğine de Müderris tayin edilmişti. Ama zannedilmeye ki ahali boştu…

Ahali sokakta, kahvehanede, tezgah başında konuşup bir araya geliyor ve bu musibete bir çare bulmaya çalışıyordu. Hacı Hekim Camisinin çınarı önünce Rumu, Türkü, Romanı, Musevisi cem ettiler birkaç kez. İkinci fabrikayı yaptıran İzmirden Elmasoğluydu, başına da Bergama Rum tacirlerinden Çolakidisi getirmişti. İlk fabrikadan belliydi ikincisinin ne getireceği. Fabrikada emekçilik, evde yapılan çalışmadan hem daha yıpratıcıydı hem de daha az kazandırıyordu. En önemlisi ise el tezgahının makineler karşısındaki biçareliğiydi. Fabrikada bir kişinin başında durduğu makine, bir günde beş evin elde üreteceği ipi ve dokumayı üretebiliyordu.

Ve ahali “değil mi ki bu fabrika beş kişiyi doyuracaksa yirmi beş kişiyi aç bırakacak” deyip çınar ağacı önünce bir cem etti. Rumu, Türkü ve Musevisi, Romanı açtılar kurşuni kitabı, söylediler kızıl kararı: “Zalim zulmüyle kalmayacak.” Karar en çok kadınlar tarafından kabul gördü. Sadece Ali bu karara ağırbaşlılıkla karşı çıktı. Çamura taş atmanın çamur sıçratacağını düşünüyordu. Halbuki çamuru suyla gidermek gerekirdi.

İş o güne çatmadan bir gün evvel, Bergamada bir sessizlik sökün etti. Marika mavi avlulu bahçesinde ekşimtırak sardunyalarını suladı. Emine kız kapı önüne çıktı da nereden bulduğunu söylemeden öbür kızlara elma şarabı dağıttı, bir yandan da morlu allı iğne oyasıydı işlediği. Rakel bamya yemeği yapmak için amber kokulu zeytinyağında soğanları ve biberleri kavurdu. Fatıma nine de evinin arka odasında namazını kılmış sapsarı kehribar tespihini çekiyordu…

Ceng ü Cidal

Ve o güne çatıldı. Kadınlar ellerinde tencere, kapak, sopa ve taşlarla bağrışa çağrışa yürüyorlardı. Münevver kadın ve Küsüm öncülüğündeki bir kol yanlarında çocukları, artlarında kıvrakları ile; bir kol Kale mahallesinden Marika ile geliyordu. Tam Musevi mahallesinin kadınları da kaymakamlığın önündeki birikintiye katılmıştı ki bir el tüfek patladı hükümet konağından yana. Kadınlar “bana mısın” demediler ve “Dericili Hocayı isteriz” diye bağırdılar. Kadınların hem bağırtılarından hem de tencere kapak şangırtılarından ikinci tüfek sesi duyulmadı. “Dericiliyi o zalimi isteriz”. Kadınların hışmından hükümet binası etrafındaki esnaf sus pus olup dükkanlarına sindi. Dericili Hoca binanın arka duvarından atlamıştı atlamasına ama, kadınlar tencereleri, taşları ve sopalarıyla hemen etrafını çevirdi.

Kadınlar bir yandan sopalarıyla hocanın denk getirdikleri yerine vurup koca taşlarla taşlıyorlar, bir yandan da haykırıyorlardı kızılca sarıca ünleyip:

“Allahtan korkun”

“Bir fabrika daha açıyorlar vicdansızlar”

“Zaten elde avuçta yoktur”

“Biz kötü yol mu tutalım?”

“Pisirecek asimiz kalmayacak vre”

Hışım hücuma, hücum hınca dönende kalktı indi sopalar. Dericili konuşabildiği yerde zorlana zorlana “Bir ben miyim hatunlar?” diyebildi. Kadınlarsa “Senden belki öbürkünlere varır diye seni sopalıyoruz, hiç yıldırma bizi” diyerek can alıcı son birkaç darbeyi de indiriverdiler.

Rakel: “Bitti mi?”

Emine: “Ne bitti mi?”

Rakel: “Bu zalimlik böyle?”

Emine: “Bitmedi. Bitmedi ama ‘biz de varız’ dedik.”

Delice delik dikenli dut yaprağı Kınığın açıklarında Bakırçayın sersemletici girdaplarından birinde halkalar çizdiği sırada, İlyasla Barbanın önderliğindeki elli kadar erkekten oluşan grup Elmasoğlunun Selinos kıyısındaki çırçır fabrikası önünce toplaştı. Ali ne dediyse dinletememişti. Hiçbir şeye dokunmamaya kararlıydı, fakat arkadaşlarını da yalnız bırakmıyordu.

Yeni yapılmış ve içine makineleri yeni konmuş fabrikanın içindeki üç beş ameleye seslenildi ki fabrikadan çıkalar, kimsenin derdi onlarla değil diye. Ameleler söz dinleyip dışarı vardılar. Topu topu yedi kişiydiler. Hal ve vaziyet amelelere anlatıldıkta, onlar da bu zalimliğe karşı olup hareketi tasvip ettiler. Lakin harekete katılmayıp gelecek önleyicileri önleme işini üstlendiler. Ve elbirliğinde kazma küreğe verdikleri kuvvet ve ağırkanlı Bergama türküleriyle birlikte ahali başladı bitirmeye. Önce fabrikanın pencerelerini kırdılar ciddiyetle, daha sonra ihtirasla on beş kadar yeni tezgahı kırdılar ve fabrikanın tuğla duvarlarını yıktılar bezgin yüzlerle.

Tam İlyas Elif türküsünün sonunu getirerekten son tuğlaları da devirmişti ki karşısında elinde kırbacıyla Balıkesirden Bergamaya ancak yetişen Binbaşı Ethem Beyi buldu. Yanında da olanlardan dehşetle ürkmüş Çolakidis duruyordu, avucunda titreyen serpuşuyla. Fabrikayı kuran ameleler ne ettiyse, Ethem Beyin bir tabur askerini önleyememişti. Ve lakin fabrika da bir güzel yıkılmış bulunuyordu.

Vukuatın ardından tevkif edilen otuz kadar Türk, Rum, Musevi, Roman erkek ve kadın önce Manisaya oradan da İzmire götürüldüler. Herkesin başına türlü ceza bağlandı. Çoğuna birer ikişer yıl mahpusluk biçildi. Dericili Hocanın ölümü üzerine kalan Münevver Kadın, Barba, İlyas ve kuru çubuğun yanındaki yaş yaprak gibi yanan Ali dörder yıl yediler…

İçerideyken

Barba, Ali ve İlyasın mahpusluğunun başlamasından dört beş ay sonraki zemheri fırtınasında Bergamanın her yerindeki gül ağaçları pembe sarı güller açtı… Mahpusluğun ikinci yılında ise Somadan Bergamaya demir yolu döşenmesine karar verildi, akabinde tren güzergâhına kazıklar çakıldı. Fakat Somadan ve Dikili iskelesinden Bergamaya deveyle, atlı arabayla mal, insan taşıyan deveciler ile arabacıların muhalefeti sonucunda İstanbula mazbatalar yazıldı. İstanbul da kararı geri çekti. Kazıklar da yol boyuna çakıldıklarıyla kaldılar… Üçüncü sene Bergamada ilkbahar çok kurak gitti. Ekinler buğdaya erişmeden kurudu. Bergamanın eşrafı arpa ve darı ekmeği yerken; halkın geniş kesimi darı koçanından, palamuttan ve asma çubuklarından öğütülen unun ekmeğine talim etti… Son yıla girildiğindeyse, Bergama Akropolisinin antik zenginliğinin Avrupaya taşınması işi başladı. Yılın sonunda da Ali Ekber Efendi Karadut dibinde Bergamanın ilk çayhanesini açtı, püsküllü önlüğü ve sırmalı çay bardaklarıyla…

Mavi Huzur

Delice delik dikenli dut yaprağı kaçıncı keredir Sindel köyünün açıklarında dönüp dururken; Ali, Barba, İlyas ve bir de Miki bağlar yolundan Bakırçay kıyısındaki bir badem ağacının altına vardılar. Rakı ve nevale vardı yanlarında. İçerdeyken bunun hasretiyle yanıp durmuşlardı. Rakı, tulum peyniri, domates, kavun, saganaki ve fava. (7)

“Aç bağrını aç” dedi Ali “oturalım- sanki az oturduk”

Barba: "Tora pu ime elefteros, Hristemu... toso omorfos itan o kosmos re?"

Ali: “Efraim niye gelmedi ki?”

Miki: “E bugun Cumartesidir vre” Ali: “Evet unuttum.”

İlyas su kıyısına gitti, ayağını çaya soktu, yüzüne su çarptı. “Amma hızlı akıyor be namussuz. A tövbe… ne len o?” Uzun zamandır dönüp duran delice delik dikenli dut yaprağını aldı çaydan. “Ne biçim kevgir gibi olmuş namussuz”. Onunla güneşe baktı, daha rahat bakabiliyordu çıplak göze göre. O sırada İlyasa göstermeden iki yılanbalığı suyu girdaplandırdı, yalnız İlyas girdabı rüzgara verdi. O an yengeçlere daldı gözü, mor yosunlu kayacıkların üzerindeki. “Bunca yassılığına o kollar ne. Anlayamadım zaten seni hiç. Bir kere anlayıversem hepsi ardın ardın önüme dalgalanıverecek ama.” Yaprağı yengeçlere de tuttu. Bir delikte gözünü öbür delikte kıskacını gördü.

Sudan çıktı. Arkadaşlarının yanına gitti. Sofra kurulmuş, rakılar konmuştu. Barba bir Rum türküsü tutturdu:

Mia Zmirnia, mia Zmirnia sto parathiri

Me para- me parapona sta hili

Potize vasiliko, kale, mavra in ta matia pu agapo

Miki sonra da Ali ile İlyas katıldılar türküye. Hepsi birden nakaratı paylaştılar.

Miki: Potize, potize ke mantzurana

İlyas: Aspri mu, aspri mu pahya sultana

Ali: Potize vasiliko, kale, mavra in ta matia pu agapo

Cumhur: Potize vasiliko, kale, mavra in ta matia pu agapo (8)

Sonra Barba sağ elini sağ kulağına götürüp gözlerini kapayarak bir gazel okudu: “Giiitmmeeyeedzeeeyiiimm vree, Pelopoooneez sizin ooolsuuunn!”

Miki de iştirak ederek: “Na buu Kayiikoozuuu (9) kiiim biiraakiir!”

İlyas elindeki yaprağı türküye devam eden Ali ve Barbanın üzerine tuttu. Deliklerden birinde Alinin gözü, diğerinde Barbanın sol eli vardı. Yaprağın alt bitiminde boylu boyunca Mikinin sağ bacağı vardı. Yaprağın sapını da kendi parmakları tutuyordu. Dedi ki kendi kendine: “Yaprağı kaldırsam bunları kucak kucağa göreceğim herhalde”. Yaprağı kaldırdı üçü de yerinde değildi. Bir de arkasını dönüverdi ki ne görsün: Üçü de soyunup Bakırçaya atlamış. İlyas heyecan içinde:

“Siz ne zaman girdiniz çaya. Ben olmadan çay götürür sizi” diyordu bir yandan mavi gömleğini çıkarırken.

Sudan gün batarken çıktılar. Baktılar ki Efraim gelmiş. Barba şaklabanlığı ele alıp: "İdes to Moisi tulahiston sti havra? (10) Ha-haa” Sakin, uslu Efraim: “Ne, ne. (11) E hadiyin çıkın artık.”

İlyas vefayla: "Fıtasame file mu, fıtasame." (12)

Giyinirlerken, önceden giyinmiş olan muzip İlyas, elindeki delice delik dikenli dut yaprağını badem ağacının yakın bir dalına iliştirdi. Barba da gömleğini iliklerken, ne zamandır hatta kaç senedir sormak isteyip hep unuttuğu soruyu Alinin alnına aşk ediverdi:

“Alimu sen Rumca biliyo musun hiç?”

Ali: “Fazla bilmiyorum. Başım sıkışınca biraz konuşurum.”

Barba: “Tabi, tabi…”

Artık herkes giyinmiş ve epey karanlıklaşan havada Bergamanın yolunu tutmuşken; Barba Alinin de duyduğundan emin bir şekilde Mikiyle konuşmaya başladı:

"Tora pu eho tin elefteria mu, ti allo thelo? Ne, thelo tin Kusumia. Afti panda me agapise. Ke ego tin agapo. Omorfi Kusumia, gine dikia mu" (13)

der demez mevzuyu kapatmak isteyen Ali dayanamadı ve vakur bir sesle Barbaya yöneldi:

“E delikanlı! Antelis tin kopela, na paris tus gonis su ke na ertis! Etsi na tin zitisis.

İ kopela arostise perimenontas esena. Na pitis ton baba su prota!" (14)

Barba gülmesini durdurmaya çalışarak: “Konustun iste vre”

Ali tebessümü getirip: “Konuştum n’olmuş! Dil de bizim söz de bizim.” Hepsinin tatlı tatlı güldüğü andı…

Yunanca Kısımların Çevirisi: Ozan Devrim Yay

Yazan: Burak Ülker, 2008

(1) "İsa yardim et bize. Dostlarım dostlarım."

(2) “Biz çocukken”

(3) “Düğünleri”

(4) “İngiltere’den”

(5) “Almanya’dan”

(6) “Fransa’dan”

(7) (Rum mezeleri)

(8) Pencerede bir İzmirli güzel kadın

Dudaklarında şikayetle

Fesleğen suluyordu, canım, sevdiğim gözler kara

Mercanköşkleri de suluyordu

Benim beyaz tombul sultanım

Fesleğen suluyordu, canım, sevdiğim gözler kara

(9) Kaikos, Bakırçay’ın eski adıdır.

(10) “Havrada Musayı gördün mü bari?"

(11)“Evet, evet”

(12) “Geldik dostum geldik.”

(13) "Özgürlüğüme kavuştum ya artık ne isterim. Evet Küsümü isterim. O beni sevdi hep. Ben de severim onu. Güzel Küsüm benim ol…”

(14) "İstiyorsan kızı ananı babanı alır gelirsin. Öyle istersin. Kız seni beklerken hasta oldu zaten. Git babanı ikna et önce"

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.