Ajans Bakırçay
2020-11-16 16:32:24

Bir Pazar Günü Hatay Semti… (1)

Salim Çetin

16 Kasım 2020, 16:32

Bir Pazar günü İnönü Caddesi, ne çıkıyorum. İçimde Pazar öğleden sonrası sıkıntısı, havada ilkbaharın kokusu…

Cadde kenarlarında sık dikilmiş turunç ağaçları, tek tük orda burada çiçeklerini cömertçe açmış erikler..

Apartmanların sarı-gri renklerine inat, bozkırda açmış yeşil bir vaha gibi.

Cadde boyu kafeler. Daha çok gençler, kızılar, oğlanlar; masalarda ellerindeki içecekleriyle birbirlerinin gözlerinin içine bakıyor.

Bu kafeler birkaç yıl öncesine kadar yoktu. Şimdilerde insanların buluşma alanı.

Meydanların, büyük parkların işlevini bunlar üslenmiş gibi...

Hatay ne yazık ki, anılarımıza, yaşanmışlıklarımıza tanıklık edecek meydanlara, büyük parklara sahip değil.

1940’lı yıllarda İstanbul master planını yapan Henry Prost; serbest sahaların, parkların, gezi yerlerinin

Düzenlenmesindeki ana amacı, kadınların sosyal yaşama katılması, çocukların parklarda oynaması, insanların buralarda bir araya gelmesi olarak açıklar. Başka bir deyişle kentlerin ya da semtlerin ortak alanları Cumhuriyet modernleşmesi kapsamında İslami hayattan seküler yaşama geçiş noktalarıdır aynı zamanda.

Cadde üzerinde bol olanlardan biri de alışveriş mağazaları çoğu büyük boy bir bakkal ölçeğinde. Önlerinde rengârenk meyve-sebze reyonları; domatesler, soğanlar, havuçlar, kerevizler, patlıcanlar, maydanozlar, turp otları, elma, armut, portakal, limon, muz ve daha onlarca çeşit meyve sebze…

Adeta insanlar pazar gününün tadını çıkarıyor. Çoğu alışveriş yapıyor, gençler kafelerde, benim gibi olanlar da ana cadde üzerinde yürümekle meşgul.

 Mayıs’tan sonra bu semtte kimseyi bulmak mümkün değildir, ama baharın ayak seslerinin geldiği bir Şubat sonu Mart başı için demek ki insanımız denizi çok da özlememiş.

 İzmir’deki ticari yaşamın az gelişmesinin suçunu Cuma öğleden sonra Çeşme’ye kaçma olarak gören yaygın görüşten sonra bilmem ki bu kalabalığa sevinmek gerekir mi?

2012 yılında İzmir Metrosu’nun bitimiyle beraber İnönü Caddesi bir boydan bir boya turunç ağaçları donatıldı. O küçük fidanlar şimdi büyümüş, bir ay önce Şubat başında beyaza kesmiş çiçeklerinden sonra portakaldan biraz daha turunç denen küçük meyveleri ile caddeye başka bir güzellik katmış.

Hatay semti aynı boy apartmanların çok olduğu, okumuş yazmış insanların semti. Başka bir deyimle şehir kültürünü bilen insanların mekânı.

Şehri planlayanlar burayı ortasından uzun bir yolun geçtiği, iki tarafında da apartmanların olduğu bir semt olarak düşünmüş. Birbirini dikey kesen küçük caddeler de semtin kılcal damarlarını oluşturuyor.

3. Napoleon, vali Haussman’a 1800’lerin Paris’ini planlama görevi verirken düz caddeler, geniş yeşil alanlar ve düz geniş bulvarlar şartını koşmuştu ki, çıkması muhtemel bir ayaklanmada askeri birlikler şehrin her yanına kolaylıkla ulaşıp isyanı bastırabilsin diye. (2)

Bizim şehirlerimiz ya da mahallelerimiz bu anlayışla mı planlandı, sanmıyorum...

Ama Üçyol’dan başlayıp taa Narlıdere’ye kadar uzanan bir İnönü Caddesi var, onu kesen ara sokaklar da cabası…

 Ayaklarım beni Hatay’ın Nokta’sına getiriyor. Akbank var. Bu binanın olduğu yerde 1960’lı yıllarda

Cambazhane kurulurmuş…

İnönü Caddesi Bayramyeri’ne kadar giden uzun bir cadde.

Nokta’nın iki paralelinde 232 sokak var. Sevgi sokağı. Cevat Şakir Kabaağçlı’nın büstü ve evinin olduğu sokak.

Bu sokağa komşu sokaklarda Mcdonalds, pizzacılar, yabancı restoran zincirlerine ait başka işyerleri var.

Harvard’da okumuş, altı dil bil ve Mavi Anadolu Tezi ile kültürel geçmişimizi Batı’ya değil de Anadolu’ya bağlayan ve bunu ısrarla savunan Cevat Şakir’e sanki yapılmış bir ironi gibi…

Batı’dan kaçtıkça onu kovalayan bir durum.

Liberal pazar ekonomisini bir sonucu olsa gerek. Uluslar arası şirketler için her hangi bir ülke yok, her yer onlar için ülke; yeter ki kar etsinler..Hatay’da olanlar da bu işleyişin parçası.

***

Daha bir ay önce Sezen Aksu Sokağı’nın oralara gitmiş hangi çiçeklerin ve hangi ağaçların olduğuna bakmış yeterli miktarda olmadıklarını görünce yürümüş Pazaryeri’nin oralara gelmiş, bir erguvan ağacı görmüştüm. Bir binanın köşesinde güneşe sırtını vermiş eflatun renkteki çiçekleriyle nasıl zarif, nasıl oraya yakışan…

İstanbul’da çok olduğunu Boğaza karşı bir gelin gibi salındıklarını Oya Baydar’ın kitaplarında okumuştum. İstanbul’un güzelliğine renk katan bu ağaçların buralarda neden az olduğu araştırmaya değer.

Boğaz’a karşı çiçeklerini açıp Boğaz’ın deniz havasını alıp, üstüne de İstanbul güneşini koyduktan sonra edalı edalı sallanıp, hercai bir sevgili gibi göz kırpan bu erguvanların, kanımca İzmir’i eğer iklimsel bir gereklilik yoksa daha çok sevmesi gerekir. Çünkü İzmir bunlara benzer, bunlar gibi biraz, uçarı, biraz hercai, biraz aklı beş karış yukarda değil midir?

Ayrıca da bizim Karadeniz’i Marmara’ya bağlayan eşsiz bir Boğaz’ımız yok ama ondan aşağı kalmayan Körfezimiz var ya…

Hatay’dan bakınca her yerden değil ama çoğu noktadan görülen Körfez…

Üstelik Körfezden yaz akşamları serin bir İmbat eser…

Bu hem erguvanlara iyi gelir, onların yorgun gönüllerine ilaç gibi olur. Tamam, erguvan yok, çitlenbik de yok, peki İzmir’de her yerde olan kayısı ağacı var mı?

Gözüm aradı, baharın habercisi beyaz çiçekleri içinde sevimli kaysıları…

Hayata yeni başlamış bir gencin saflığı içinde güneşe kanıp vakitsiz çiçek açan kayısılar…

Tarık Dursun’nun, kayısı ağacı ile serçesi uzak anılar demeti gibi yüreğime oturdu.

"Ben Unutmadan" kitabını okurken karşılaşmıştım. Can dostu şair Nedret Gürcan anlatırken metnin girişine koymuş Tarık Usta. Kopuk Takımı’nın Nedret Gürcan’ı. Nasıl güzel bir dostluktur o…

Tarık Dursun, yazısına başlarken bahçesindeki kayısıyı daha olgunlaşmamışken gagalayan küçücük bir serçe kuşundan söz eder. (Aslında Sezen Aksu Tarık Dursun’la bir araya gelmiş olmalıydı. Bu İzmir için büyük bir kayıp.)

Gelin ben size kayısı ağacı ile serçenin macerasını Tarık Dursun Usta’nın kaleminden aktarayım:

"kayısılar ağacında yavaş yavaş oluyor. Dıştan pembeliği başladı, kırmızıya doğru gidiyor. Günden güne, sabahtan sabaha o kırmızılık büyüyor. Bir gün bir bakacağım meyvenin tamamı kızarmış. Kırmızı sarı bir renk almış. Olmuş. Sıcaklarla. Ben bekliyorum. Küçük serçe de bekliyor benim gibi. Onu tanıyorum. Her sabah odamın penceresinde. Perdeyi açıyorum, göz göze geliyoruz. Ürkeksiz. Kaçmasız.

Sonra kayısı ağacına uçuyor. Dallarından birine konuyor. Hafif, küçük bir kuş o. Ağırlığını dallar tartıyor, yumuşak bir iki sallanmanın ardından yalnızca rüzgâr, sabah rüzgârı yapraklarla örtüyor onu. Zor seçiyorum. Gaga vuruyor, ama nafile. Kayısılar daha ham. Gagasına gelen ekşi su onu ürpertiyor, kanatlarını uçacakmış gibi açıyor, sık sık soluyor. Umarsız. Daha zaman var çünkü. Aylardan Temmuz ve Temmuz’un da ikinci günü. Bizim kayısı ancak bu ayın sonuna doğru olgunlaşır, tad bağlar, eti çekirdeğinden ayrılır. Yazık, serçecik bunu bilmiyor. Yeni yetme. Temmuzun son günleriyle Ağustosun ölümcül sıcaklarını günü gelince öğrenecek. Ona da vakit var. Çok vakit var. Bir serçe için üç hafta uzun bir süre olmalı." (3)

Belki beklemiştir serçe, kayısının tat aldığı Ağustos ayında tekrar Tarık Dursun’nun bahçesine gelip küçücük gagasıyla kaysının tadını almıştır. Kim bilir…

Bir serçeyle büyük bir yazarın sıcak dostluğu…

Peki, bu serçeler Tarık Dursun’ nun peşini bırakmış mıdır? Ne gezer!

Aynı yazı içinde anlatır, başka bir ürkek serçenin karısıyla olan dostluğunu.

Ne zaman ?

Yer Afyon- Aydın yolu üzeri, Dinar’a yakın su çıkan mevkidir. Bir çınar altı gölgeliktir.

Kadim dostu Cengiz Tuncer’in Dinar’ına az bir zaman kalmıştır.

Az bir mola verilir.

“(…) Su başı bir çınar altı, gölgelikti.(…) ağacın sık dallarından karımın ayakları dibine bir serçe düştü. Beklemiyorduk. Çok şaşırdık. Karım eğildi, aldı serçeyi. Avuçları arasında kuş tir tir titriyordu, açık gagasından soluma çabasındaydı. Karım havuz başına götürdü onu, yüzüne gözüne hafif su serpti, öteki avucuyla su içirmeye çalıştı. Serçe içti, kendine geldi. Karım ıslak eliyle seve seve masamıza getirdi. Serçe ayakları üstünde durdu büzülerek. Hala titriyordu. (…) masada yer açtık. Yuvadan uçma alıştırmaları yapıyormuş gibi titreyen kanatlarla ayaklarını masanın muşamba örtüsünden kaldırmaya çalıştı. Hadi, serçecik..dedik. Ha gayret, serçecik…

Gayrete geldi ve uçtu. Uçtu ve üç kez karımın başı çevresinde alçalıp döndü, dolandı ve Su çıkanı kerteriz alıp çekti gitti sonra.”

Ya işte Tarık Dursun’nun serçeleri böyle, tepeden tırnağa dostluk, sevgi, sahip çıkma…

Erguvanlar, turunç ağaçları, sağda solda açmış erikler derken Şubat güneşi ceketlerimizi çıkarttırdı. Soğuk geçmeyen bir kıştan sonra Şubatın sıcak geçmesi doğal olduğu gibi bunda bitişik nizam apartman aralarından esemeyen rüzgârın azizliği de olsa gerekir.

Şimdi dünyanın küresel ısınma tehdidi altında olduğu ile ilgili bir sürü meteorolojik fikiri ileri sürmek mümkün.

Ama bu güzelliğin yanında hiçbir düşüncenin daha değerli olabileceğini düşünmüyorum.

Hatay’da Şubat sıcağı kuşkusuz Tarık Dursun’nun "Gavur İzmir, Güzel İzmir" kitabında anlattığı Ağustos öğleden sonra sıcağına benzemiyor. Asfaltın akmasına ramak kaldığı, kapı-pencerenin sonuna kadar açılıp hiçbir ferahlamanın olmadığı, sokaktaki serçelerin, güvercinlerin sıcaktan tâkatlarının kesildiği, İzmir’in Ağustos öğleden sonra sıcağı…

İnönü Caddesi’ni Konak istikametine doğru yürüdükçe Nokta’dan sonra kafeler azalıyor. Sanki o arada bir boşluk var.

Birkaç yıl öncesine kadar sokak aralarında Pazar kurulur Salı –Perşembe buralar iğne atsan yere düşmezdi. Şimdi Pazar,sokak aralarından kapalı “Hatay Pazaryeri”ne taşındı.

Pazar günleri Üçkuyular'da Pazar kuruluyor.

Renkli Durağı kısmına geldim. Yeşilyurt’a çıkan genişçe bir cadde var.

İnönü üzerinde Muzom Meyhane’sini gözüm arıyor.

Sarmaşıklar içinde 1974’lü yıllarda arkadaşlarımla sohbet ettiğim Muzom.

Şimdi Mc Donald olmuş…

On yıl önce aramızdan ayrılan Metaş’lı Hüseyin Güzelocak’ın sesi buralarda bir yerde midir?

Vecihi’ nin bize Disk’in Metaş için yapacaklarını anlattığı o cümleler şimdi buralarda çınlar mı?

Muzom’dan çıkar Renkli Durağından yukarı doğru Yeşilyurt’a Hüseyin, Vecihi, ben ağır adımlarla yürürdük. O tarihlerde oralarda Renkli Sineması, hemen yanında Penguen Pastanesi, sonra Kent pastanesi vardı…

Şık hanımların ve beyefendilerin oturdukları ve alışveriş ettikleri yerlerdi buralar…

Dönüp Hatay’a baktığımızda ışıltılı, büyük apartmanları görür, buraya imrenirdik.

Sonra Yeşilyurt’da Köy-Kop’a varır ertesi günün planlarını yapardık.

Birlikte üretmenin, birlikte tüketmenin ve dayanışmanın planlarını…

 Muzom’un önünde durdum. Şimdi Mcdonalds olmuş.

Geri döndüm artık yürümek istemedim.

Yaşadıklarımızdan geri kalanlar sanki bize ihanet etmiş, her şey yenilenmiş, başka bir şekle bürünmüş…

Geldiğim yere Göztepe istikametine doğru geri döndüm.

Canım sıkıldı. Vecihi, Hüseyin, dayanışma, oturduğumuz yerler…

Şimdi burada sandaviç yiyenler görüyorum.

Bunların da ne dayanışma, ne paylaşma gibi dertlerinin olabileceğini düşünmüyorum.

Birden kalabalık içinde yalnızlaştım.

***

Tıpkı Emel Kayın’ nın İnciraltı’ nı anlattığı kitabındaki “…Bir kentin içi gibi görünen dışına atılmış ya da kente gerçek anlamda dahil edilmedikleri için yabancılıklarını yenememiş insanlara dair kırılgan yalnızlık…” gibi bir his oturdu içime. (4)

Şimdi ben Hatay’ dayım, kentin tam da ortasında acaba ortasında olup ta kendini dışarıda gibi hissetmek…

Evet böyle bir duygu; ne orada ne burada…

***

Aslında semtlerin bir de arka yüzleri var, ara sokakları..

Ayrı bir lezzet, ayrı bir tad; keşfedilmeyi bekleyen…

İnönü Caddesi’indeki yürüyüşün kalan kısmını Nokta’dan Karakol’a inen sokaktan Behçet Uz Parkı’na doğru yürüyerek tamamlamaya bakıyorum.

Hatay Karakolu arka kısmında Necati Bey Okulu Pazar günü sakinliği içinde sessizce caddeye bakıyor.

Caddeye taşan gürültü, öğretmenlerin koşuşturması, kapısındaki seyyar satıcılar, hiç biri bugün yok. Müthiş bir sessizlik…

Bakımlı ama her halinden derin bir geçmişi olduğu belli olan okulun adı Cumhuriyet’in ilk Milli Eğitim bakanlarından olan Necati Bey’in adını almış.

Birkaç yıl önce bu okul mezunu Cengiz Özdemir, Mustafa Dalçam, Mesut Dalçam, Ziya…‘nın kültür müdürü olarak bana gelip yardım istediklerini anımsadım. 1970’li yıllarda bu okulun öğrencisi olmuş, burada anıları olanların yer alacağı bir etkinlik. Sahnede anılar anlatılacak, müzik yapılacak böylece semtin insanları hem anılarını tazelemiş olacak, hem de kaynaşma, bir araya gelme sağlanacak.

Sonra bir türlü olamadığını ancak her fırsatta böyle bir etkinliği yapacaklarını söylüyorlar.

Bu caminin Üçkuyular’a bakan tarafında 1988’den 1992 yılına kadar İzmir Sanat Tiyatrosu’nun olduğu binayı arıyorum. İzmir’in ilk özel tiyatrosuydu.

Şimdi var mı?

Ne yazı ki yerinde BİM gelmiş.

İçim daralıyor.

Evet, bir Pazar gününü siz de kendi semtinizde çıkın bir gezintiye ve bakın gözleriniz neler görecek.

Sanırım hoş bir deney olacaktır!

(1) Bu yazı “Benim Büyülü semtim; Hatay” kitabı için yazıldı. Bir semt yazısı olması bakımından yeniden okunmasının yararlı olacağını düşünerek Ajans Bakırçay’ a taşıdım.

(2) Kurşat Bumin, “Demokrasi Arayışında Kent”, Ayrıntı Yayınları 1990, S. 99

(3) Tarık Dursun K. , “Ben Unutmadan” Bilgi Yayınevi,, Ankara,1994, S.99

(4) Emel Kayın, “İnciraltı- Kentin Kıyısında ve İçinde Olmak-Heyemola Yayınları 2011 İstanbul

Yorumlar (1)

Savaş DOĞRUSÖZ 3 Yıl Önce

Sıcacık. Güzel.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.